14 Aralık 2011 Çarşamba

CAN TOGAY: BİR HAYATTAN MANZARALAR...

Can Togay Türk asıllı Macar yönetmen, oyuncu... Avrupa'daki ününden sonra 1980'lerden sonra pasaportuna sahip olduğu Türkiye'de de tanınmaya başladı. 1993'te Erden Kıral'ın yönettiği "Mavi Sürgün"de başrol oynadı. 1994'te Yavuz Özkan'ın "Bir Sonbahar Hikâyesi" filmindeki rolüyle ödüller kazandı. 2000'de Mustafa Altıoklar'la "Fosforlu Cevriye"de, 2007'de Berkun Oya'yla "İyi Seneler Londra"da çalıştı. Son dönem Macar sinemasının en iyi örnekleri arasında kabul edilen, İstanbul Film Festivali ve Ankara Macar Filmleri Haftası'nda büyük beğeni toplayan "Gözden Irak Bir Kış"la da yönetmen koltuğuna oturdu.

Togay bu kez sinemayla değil, şiirleriyle okur karşısına çıkıyor. Şiirlerinden sızansa mülteci bir ailenin çocuğu olmakla başlayan yaşam öyküsü: "Ayaklarım altında bir kentin molozları. / Bir duvar, duvarın dibinde bir ağacın kökü. / Bu duvar benim, benim bu kök".

TIPKI BİR GAR…

Can Togay'ın yazgısı, o daha doğmadan, hayatını "Su Başında Durmuşuz" adlı otobiyografik yapıttan öğrendiğimiz annesi Gün Benderli ve babası Necil Togay'ın 1951 yılında, Nâzım Hikmet'e özgürlük mitinginden sonra, siyasi nedenlerle Türkiye'den ayrılmalarıyla yazılmaya başlar. Paris, İsviçre, Frankfurt ve Berlin'den sonra 10 Ağustos 1952'de Budapeşte Doğu Garı, bu yazgının, sonraları dizelerde ve filmlerde yer bulacak duraklarıdır.

Radyoda çalışmaya başlayan aile, bir yandan Macarcayı bir yandan Macar kültürünü öğrenmeye çalışırken "demir yumruk idaresi"ne karşı, 1956 ayaklanmasının ön hazırlıklarının ve dalga dalga yayılan öfkeli halk hareketlerinin tırmanışa geçtiği 1955 yılında oğulları Can doğar. Nâzım Hikmet doğum üzerine gönderdiği kartpostalda Gün Benderli'ye "Oyunbozanlık ettin, oğlan doğurdun. Şimdi kimi alacağız Memed'e?" diye soracaktır.

1956'da Sovyet rejimine karşı yürütülen ayaklanma ve sonrasında yaşanan gelişmeler sekiz yaşında "yollar çetin bu yerlerde / yollar çetin, özgürlüğün peşinde." dizeleriyle biten ilk şiirine yansır…

Doğu Almanya'ya taşınmanın eşiğindeki o günleri de unutmaz. "Başka bir diyara taşınmak üzereydik" der "Soğuk Savaş göçünün yeni durağı Doğu Almanya'ydı. Bu benim için yepyeni bir dünya ve benimsemem gereken yeni bir dil demekti."

ALMANIMSI DUYGUSU…

Doğu Almanya günleri Togay için benimsenmesi zor bir dönüşümdür. Sürgündeki aile dostlarıyla buluşmalar, şiirlerle kesilen hararetli siyasi tartışmalar, Nâzım Hikmet'in aile ve çevre üzerindeki etkisi, o dönemin ilk zamanlarına damgasını vurur. Gündelik yaşama alışınca, Almanya'da çocuk tiyatrosunda oynamaya başlar. Bu, duygusal şiir günlerinden, mesafeli Brecht günlerine, yeni bir serüven demektir.

Macaristan'a geri dönüşte, 60'lı ve 70'li yıllarda ülkede şiir büyük değer görmektedir. Fransız sembolistlerinin yanı sıra Macar şiirinin en büyük isimleri Attila Jozsef ve Ady Endre'nin şiirleriyle tanışır. Ancak zamanla, dönemin baskıcı iktidarına da meydan okuyan alternatif bir şiir anlayışının peşine düşer. Bu arayışlar yalnız şiirde, edebiyatta değil, oyunculukta da sürer. Péter Halasz yönetimindeki alternatif tiyatro topluluğuna üye olur.

SİZ BU İSİMLE…

Sinema ve Tiyatro Yüksek Okulu giriş sınavlarını kazanır ancak kendisine söylenenleri unutmaz: "Siz bu isimle Macar tiyatro ya da film oyuncusu olamazsınız!" Bunun üzerine, İngilizce-Almanca dil ve felsefe alanını seçerek eğitimine devam eder. Aynı yıllarda, şiirle ilişkisinde yeni bir dönem anlamına gelecek olan bir karşılaşma yaşar ve T.S. Eliot'u keşfeder. Kendi şiirlerinde Eliot'un kahramanlarını da ağırlayacaktır:

"…Çan sesleri duyuluyor uzaktan. / Yabancılar polisinden gelirken, / altı ay daha uzatılmış bakışlarım, / aşıp köprünün taş korkuluklarını / benden ayrılıp Sen nehrine atıyor kendini. / Ve orada şırıl şırıl akan nehirle birlikte / bir meçhule ilerlerken, körlemesine / yokluyorum önümdeki yılları, / ıslak ıslak parlayıp ağıma düşecek / kıpır kıpır anları..."

İYİCE BİR GERİNİP…

Seksenli yıllarda ancak sahip olduğu Türk pasaportu sayesinde doktora tezini yazmak için Fransa'dadır. Ardından Sinema ve Tiyatro Yüksek Okulu Film Yönetmenliği bölümünün yeniden öğrenci alacağını duyar ve Macaristan'a geri döner. Sınavı kazanır, Zoltan Fabri'nin öğrencisi olur. Bundan böyle bütün yaşamını sinema dolduracaktır. Togay, çok yönlü kişiliği ve ilgileri nedeniyle sinema dışında birçok muhalif etkinlikle de uğraşır. Örneğin Yahudi soykırımının yıldönümünde, öldürülerek Tuna'ya atılan Macarlar için, Peşte'de nehir kıyısına ayakkabılar yerleştirerek bir anı-sergi hazırlar.

Can Togay'ın yaşam serüvenine eşlik eden şiirleri Türkiye'de okurla buluşmaya artık hazır. Bu buluşmanın Togay için önemi büyük. Macar edebiyat çevrelerinden aldığı olumlu eleştirilerden çok, çeviri projesinin önemli olduğunu söylüyor:

"Ne diyeyim? Türk adıyla yazdığım Macarca şiirlerimin Türkçeye çevrilmesi hayatın ilginç bir cilvesi. Kökenim ve eğitimim arasındaki kültür ve dil uçurumuna, bu tahta aracılığıyla bir köprü kurulabilir belki. Çevirilerin büyük bölümünde, köklerimden kopup hayatımı, Türkiye'den ve öz kültürümden uzak yaşamamda en çok payı olan annemin emeğinin olması da bu manzarayı tamamlıyor".
Berlin'de yaşayan Can Togay, Macaristan'ın en önemli uluslararası merkezlerinden birinin, Collegium Hungaricum'un başında. Yoğun Berlin temposu onu sinemadan ayırmamış. Yazın bir kısa film çeken Togay şu anda,"Balaton'da Alman Birliği" adıyla "en yoğun film projem" diye tanımladığı bir multimedya sergisi üzerinde çalışıyor. 60'lı, 70'li, 80'li yılların amatör filmlerinde Doğu ve Batı Almanya yurttaşlarının yaşantılarını, Macaristan buluşmalarını ölümsüzleştirmenin peşinde. "Aslında her zaman annem ve babamın yaşadıklarını konu alan bir filmin düşünü kurdum. Bu filmde onların rol almasını nasıl da isterdim" diyor. İlk bölümü İstanbul'da geçen "Avrupa'da Bir Çocukluk" adlı senaryosunun üzerinde çalışmayı da sürdürüyor.

Togay hep düşlerinin peşinde. Bir hayatı birçok dille anlatmak için… Binlerce, on binlerce yola dalmaktan korkmadan, yolunu hiç kaybetmeden.
Sevgi Can Yağcı - Cumhuriyet Dergi'den..
Akt.turkinfo.hu
http://www.turkinfo.hu/index.php?oldal=portre&&portreoldal=portrereszl&&adat=979

1 Aralık 2011 Perşembe

SEN...

BÜLENT ORTAÇGİL: DURULUK, DERİNLİK VE AYRINTILAR



Bülent Ortaçgil’in yeni albümü Sen çıktı. Tam da yeni yıl müjdesi, 2011’e güzel bir başlangıç vesilesi.
Sen elimde, kuyrukta beklerken, karşımda duran en çok satanlar listesinde, albümün ilk üçe girdiğini okudum. Bülent Ortaçgil böyle listelerle filan ilgilenmez, haberi olduysa muzip bir iki cümle kurup geçiştirmiştir. O an halimizi görse, bize de gülümserdi belki. Üç kuşaktan dinleyicisinin, haberi alır almaz soluğu müzik marketlerde almasına, elindeki albümü bir an önce dinlemek için sabırsızlanan ve bu sırada birbirine çarpan heyecanlı bakışların yeni yıla Sen ile girme telaşına…
Bülent Ortaçgil'in albümünün dinleyicilerinde yarattığı heyecan, Sen'e kadar, müziğiyle kişisel tarihimize bıraktığı izlerle çok ilişkili.
Çocukluk ve gençlik fotoğrafları arasına albüm kapakları da karışıyor: Benimle Oynar mısın, Fikret Kızılok ile birlikte Pencere Önü Çiçeği, 2. Perde, Oyuna Devam, Bu şarkılar Adam Olmaz, Light, Gece Yalanları, Eski Defterler… Aklıma ilk düşenler.
Okul yıllarında, Ortaçgil’i dinlemek kolektif bir ritüeldi. Evlerde toplanır, şarkı sözlerini tartışır, müzisyenlerin performansları üzerine ahkâm keserdik. Ortaçgil bağırmadan şarkı söylenebileceğini, sözlerle müziğin birbirini kesmeden, birlikte varolabileceğini öğrendiğimiz ilk isimdi. Bu şarkıların bazıları benden daha yaşlı, bazıları annemden daha uzun ömürlü, Defne’ye sorarsanız, üç yıllık hayat tecrübesiyle, Küçük Şeyler’in ondaki yeri ayrı…. “Bazı gerçeklerin ömrü bizimkinden uzundur” demiş Braudel. Ortaçgil şarkıları için nasıl da doğru…

Dinleyiciyi Dinleyen Şarkılar...
Türkiye’nin bol darbeli modernleşme serüveni, teknolojik ve küresel gelişmelerle hızla dönüşen yaşam kültürü, satır aralarına sıkışanlar, sokak köşelerine gizlenenler, Ortaçgil şarkıları için de önemli bir artalan, bir bellek oluşturuyor. Ancak şarkıları güçlü itirazlar içerse de, bu artalanın, didaktik sözcüleri ya da eleştirmenleri asla değiller. Ortaçgil, yaşamı ve özneleri, özgün soyutlamalarıyla metaforlarıyla, sıradan ve gündelik ayrıntılarıyla kavrayan bir entelektüel. Bu yönüyle dinleyicisiyle kurduğu iletişim de alışılandan farklı. Yapıtları, dinleyici açısından derinlikli bir alımlama serüveni anlamına geliyor.
Ortaçgil dinlemek, bazen varoluşçu terapi bazen de bir mantık bulmacası. Müziğin ve sözlerin peşinde, etkileşimsel bir iletişim hali. Bu etkileşimsel ilişkinin bir geleneğe, kuşaklar arası bir dile dönüşmesi ve egemen kültür kuşatmasına direnen alternatif bir kültürel bellek inşasına aracılık etmesi kaçınılmaz. Çünkü şarkılar, toplumsal yaşam için güçlü kültür aktarım araçlarıdır. Dolaşıma girdikleri anda, zihniyetlere, yaşam biçimlerine dönüşüverirler. Türkiye’de müzik sektöründeki sığlık ve tekdüzelik alıp başını gitmişken, kulağımıza zorla sokulanlar hayatımızı da benzetmeye çalışırken, Ortaçgil şarkıları dinleyiciyi bu kirlilikten olabildiğince uzaklaştırıyor.
Şarkılarını özgünlük kılan bir özellik de dinleyiciyle etkileşimi. Gözlem yeteneği, soyutlama gücü ve sıradan olanla kurduğu sıradışı oyunlar, dinleyicilerine de aynı oyuna katılma, düşünme, çıkarım yapma olanağı sunuyor. Ortaçgil’in kendi şarkılarına gösterdiği özen, yaşam tecrübesini, kültürel birikimini, yaratıcılığını ve eleştirel bakışını şarkılarına cömertçe serpiştirmesi, dinleyici tarafından takdir ediliyor. Ortaçgil şarkıları dinlendikçe, kalıcılaşıyor, kültürel mirasa ekleniyor.

Sen...
Sen, işte bu alternatif kültür mirasının en yeni ürünü. Denize ulaşan yeni bir ırmak gibi. Duru ve derin. Müziği sözle anlatmak güç; dinlemek gerek elbette. Ancak uzun yıllardır birlikte çalıştığı duayen müzisyenlerin, Ortaçgil şarkılarına nasıl hayat verdiğini hepimiz biliyoruz. Albümdeki şarkıların sözü ve müziği Ortaçgil’e ait. Düzenlemeler Baki Duyarlar’ın. Baki Duyarlar’ın yazdığı yaylı partisyonlar insanın içine ince ince işliyor. Davulda Cem Aksel, yine eşsiz tuşesiyle ve sade yorumuyla fark ediliyor. Perküsyonda, üstadımız Birol Ağırbaş, Basta Gürol Ağırbaş, demirbaş Ortaçgil ekibi olarak karşımızdalar…. Birsen Tezer de muhteşem yorumuyla katkıda bulunmuş. Ortaçgil müziğinde son yirmi yıl, aynı ekibin ürünü. Bu tutarlık bile Türkiye’de müzik tarihinde not düşülmeli.

Bülent Ortaçgilin içindeki edebiyatçı, bu albümde de gündelik yaşamın şiirini, varoluşçu sempatik öykülerini, aşkı ve düşleri kaleme almış. Ayrıntıları ıskalamadan, duygulara incelikle dokunarak... Şarkıların çoğu denizi tema edinmiş. Albümün kapak tasarımı, kitapçığı ve fotoğrafı adeta deniz kokuyor… Tasarım, içeriğe çok uygun ve özenli. Albümün adı olan Sen, el yazısıyla buğulu cama yazılmış, bu naif el yazısı ardında dalgalı bir denizi saklıyor… Bu ayrıntıyı çok sevdim. Kahramanlar deniz kıyısında oturup düşünüyor, denizle dertleşiyor, denize kaçıyor, ya da kaçmayı düşlüyor… Denizde, kıyıda, bütün kumlara bir aşkın adı yazılıyor yine…. Deniz yanıyor… Adalar, insanlar gibi; su altından el ele tutuşuyor.
Ortaçgil Sen’de yine değişen zamanların hayata kattıklarını ve hayatımızdan götürdüklerini sorgulamış. Jetonlu telefonları anımsatmış. Özel hayatı kontrolsüz biçimde kamusallaştıran cep telefonlarına hafifçe dokundurmuş. Eski mesleklerle, moda meslekleri karşılaştırmış. “Çok geç kalmadan/Daha güç olmadan/İstediğini yap/Her şey bitmeden” diye akıl veriyor. Bu albümün kahramanları geçmişle hesaplaşıyor, kabuklaşan yaralarından söz ediyor. Bu kez hayatı anekdotların yanı sıra toplamında da değerlendiriyor. “Artık hiç canım yanmaz diyor”. “Yer ve zaman savaşları”ndan söz ediyor… Belki olgunlaşmayı, belki bir döneme doygunluğu tarif ediyor. Şarkı kahramanlarımız yine oyuncu. Albümde bambaşka bir ruh hali, cıvıltılı coşkulu hallere ait şarkılar da var. Bir tanesi 1969 yılında yazılmış örneğin. Farklı enerjileri, albümü renlendirmiş.
Bu albüm, geçmişi arkada bırakıp yarına doğru yola koyulmak için harika bir yol arkadaşı. İnsana yolculuk düşleri kurduruyor. Deniz, yarına ilişkin ihtimalleri düşündürüyor. İnsana bir başına hayatın manzaralarını seyretmenin tadını anımsatıyor. Belki de yıl sonu bilançolarına denk geldi. Dinlerken, sokaklarına giderek yabancılaştığım, anılarda daha çok sevdiğim Ankara’dan uzaklaşıp, bir adanın karşısına oturmak ve denizi koklamak istedim. Derken son parçanın sürprizi, havamı değiştirdi. Kendimi Ortaçgil’e yanıt verirken, ona teşekkür ederken buldum.
Ben, Sen’i çok sevdim. Sen’siz olmazmış gerçekten. Kaptan Bülent Ortaçgil olunca, denize açılmak kaçınılmaz! Bülent Ortaçgil, bu ülkede müzik ‘Sen’siz HİÇ olmaz….

hayatımdaki üç Attila (2) KÖPRÜ


Köprü, aralarında bağ olmayan şeyleri birbirine bağlayan yapıdır. Bunun için icat edildi. Peygamber misali, suyun üzerinde ayaklar ıslanmadan karşıya geçmek için. Tarih, kurulan, havaya uçurulan ve sonra yeniden kurulan köprülerin öykülerinden başka bir şey değildir. Başka deyişle, patlatılmış köprüsü olmayan bir coğrafyanın tarihi de olamaz. Böyle bir coğrafya varolmadığına göre, insanlık tektir ve birbirine bağlıdır.

Bir köprü var, Avrupa’yı Asya’ya bağlıyor. Bu köprüden ilk geçişimde ağlamıştım. Neredeyse yirmi yıl olmuş. O zamanlar Tuna’nın üzerinden geçmek bile unutulmaz bir deneyimdi. Örneğin, iki komşu ülke olan Romanya ve Bulgaristan arasını, Giurgiu’da köprüden geçerek katetmek, tam dokuz saat sürmüştü. Dolayısıyla Boğazda, iki kıta arasında külüstür bir otobüsün gümbürtüsü eşliğinde ilerlerken, kâğıt mendil paralamak için sağlam bir nedenim vardı. Şunu da söyleyeyim, yirmi yıl sonra ağlamadan durabileceğim, o zamanlar aklıma gelmezdi. Giurgiu’ya köprüden dokuz saatte değil, bir buçuk dakikada geçilebileceği aklıma gelmezdi. Kızıl yerine kara mürekkeple tarih yazılabileceği aklıma gelmezdi. Aslında bugün aklıma gelenlerin hiçbiri, yirmi yıl önce aklıma gelmezdi.

Bunları anlatıyorum çünkü bir süre önce bu köprüden yeniden geçtim. Birçok başka yazar gibi ben de konuk olarak davetliydim. Söyleşilere, gala yemeklerine katıldım, belediye başkanlarıyla saatler süren fuzuli konuşmalar yaptım, üniversite öğrencileriyle içtenlikle sohbet ettim. Farklı olanı görmek ve benzer olanları göstermek için çağrılmış bir konuktum; adeta canlı bir köprü. Yarının Avrupalı Türkiyesi’nde, Avrupalı bir Macar yazar. Yaşanmış yüz elli yılı hatırından hiç çıkarmayan bir Macar yazar. O yüz elli yılı, Macar olmayan okurlar için açıklamak gerekir. Türkler bu süre boyunca topraklarımıza egemen oldular. Muhteşem krallarımız onları her zaman yenmiştir ama bu muhteşem krallarımızın sayısı çok değildi. Mohaç’ta bir bir harcanmışlardı. Bugün Mohaç kenti, Avrupa Birliği’nin Tuna’daki sınır limanıdır, ama bunu Avrupalılar ya da Türkler bir yana, Mohaçlıların kendisi bile bilmez. Yine buradaydım işte; pembe bir otobüsle köprü olmaya geldim. Eğiliyorum, buyurun üzerimden Avrupa’ya geçin. Buraya bu yüzden geldim.

Derken son gün, akşam yemeğinde bana, yani bir köprüye hiç de gerek olmadığı anlaşıldı. Köprüye, varoluşsal öneme sahip şeyler birbirinden farklı yerlerdeyse gerek duyulur. Burayı bizim oradan ayrı kılan şeyler elbette önemli, ama farklılıklar yaşamsal bir önem taşımıyor. Asıl önemli olan, insanların kaderini yazan mürekkeptir ve anladım ki mürekkep, her iki ülkede de aynı.

Romanımın Türkçe çevirmeni Sevgi Can Yağcı ile sıcak bir sohbete dalmışız. Birlikte sözcükler arıyoruz. Her iki dilde de ortak olan sözcükler. Örneğin tabut. Nasıl da denk düşüyor. Sonra bu sözcüklerle ikimizin dilinde de anlamlı cümleler kurarken buluyoruz kendimizi. Sözcükler ana dilden, annesinin ölümüne ulaşıyor. Benim annemin ölümünden bir süre önceymiş. Her iki anne de keman çalıyor. Bu da büyük bir rastlantı. Kim inanır, Boğazın iki yakasında iki anne, ikisi de keman çalıyor ve çocuklarını büyütemeden göçüp gidiyor.

Senin baban da benimki gibi yazar mı? Senin için bir kitap mı yazdı? Tabii ki, yazar babalar genellikle kitaplarından birini çocukları için yazar. Bu bildik bir şeydir. Belki vicdani bir şey. Babamın benim için yazdığı kitap Taşlar ve Otlar. Seninki Kardelen mi? Oysa burada bizimkine göre daha fazla taş ve daha az kardelen var. Bir yerlerde bir şeyler belli ki birbirine karışmış. Cezaevinden çıkınca mı yayımladı? O da benim babam gibi yedi yıl boyunca siyasi hükümlüydü, öyle mi? Yani Küçük Asya’da da Avrupa’daki gibi mi sorgulanıyor insanlar? Burada da tırnaklar aynı şekilde mi sökülüyor? Sırası geldiğinde kan beynine aynı şekilde mi sıçrıyor? Evet, aynı şekilde.
Attila Bartis
Çev. Sevgi Can Yağcı

Türkel Minibaş'a özlemle...

Cunda'da...
Türkel Minibaş'ı kaybettik. Dün son kez Cunda'ya gittik onunla birlikte. Birbirini ilk kez gören farklı farklı onlarca insan, bu anlamsız, dayatılmış vedayı hazmetmeye çalışıyorduk, hayatımızdaki yerini anlatıyorduk birbirimize. Herkesin Türkel'i başkaydı. Benim Türkel'im hayatıma 1989'da bir otobüs yolculuğunda girdi, kaplumbağamın ölüm haberi üzerine ağlayışımı, pembe bir topaçla dindirerek.. Yirmi yıl boyunca ne zaman ağlasam, hep yanımdaydı...

Benim Türkelim, bana Macarcayı sevdirdi, Fatih'ten Taksime bir otobüs yolculuğunda, Macar edebiyatını iyi bilmenin anlamını öyle bir anlattı ki, "gelecek garantili" diğer seçenekleri bırakıp, Attila Jozsef'in, Radnoti'nin peşinde koşarken buldum kendimi... Son kitabımıza, Miklos Radnoti bölümü yazıyordu. Olmadı... Attila Jozsef kitabına yazdığı "Tutunmak" adlı yazısı çok beğenilmişti. Birgün edebi bir şeyler yazmanın hayalini kuruyordu. Zamansızlıktan yakınıyordu... Olmadı işte. Hayat yine bildiğini okudu, gözümüzün yaşına bakmadı... Nasıl alışılır bilmiyorum.. Benim yine annem öldü.. Ondan aldığım hayat dersleri, onsuzlukla baş etmeme yetecek mi zaman gösterecek...


Türkel Minibaş, hep tutunmayı ve savaşmayı öğütlerdi. Çalışmak acıyı alır derdi... Alır mı bilmiyorum

Evrenle Ölç Kendini adlı Attila Jozsef kitabımıza yazdığı yazıdan bir bölümle, tatile uğurlayalım onu. Sri Lanka'ya, Çin'e.. Birgün çıkıp geliverecekmiş gibi
***
"...
tutunmak!
Hüzne... Postalların acımasızlığına...
aşkın yalnızlığına rağmen tutunmak...
(Attila Jozsef)

Yoksulluk, açlık ve savaş insanları yurtlarından savurup sürüklerken tutunmaya çalışmak... Para, iktidar, şöhret demeden direnmek kolay mı? Hele hele kişi, yazgıyı düzeltecek kadar vakit bulamamış da kaybedenler listesinden yaşama ayak basmışsa! Çin atasözünün "fırtına bir kez çıkmaya görsün, çıktı mı dört bir yandan sarar" dediği gibi, onlar için yaşam sürekli kasırgadır... Attila Jozsef böyle bir kasırgaya doğdu... Tüm çağdaşları gibi çocuk yaşta savaşla yüzleşmiş, karşı devrimcilerin kanlı eylemlerine tanık olmuş, yaşamın kırılma noktaları, çağın kırılma noktalarıyla kesişince tutunmaktan vazgeçmişti... Onunki, bir çok çağdaşı gibi, kapitalizmin ilk paylaşımında başlayıp ikinci paylaşımına yetişemeyen topu topu 32 yıllık bir tutunma öyküsüydü.. Altmış sekiz yıl sonra, bizi onunla buluşturan da bu öykü zaten. Bu, dünyanın yeniden paylaşıldığı, hem de robot askerlerle paylaşıldığı, bir dönemde buluşturan öykü"..

Hayatımdaki Üç Attila (1) ATTİLA ABİYİ UĞURLARKEN...

Yılmaz Gülen’i “Attila Abi”mizi uğurlarken…
1930 doğumlu bir delikanlıydı.. Ak saçlı, çok güzel gülen, insana değer veren… Öyle içten dinlerdi ki konuşanı, öyle içten yanıtlardı ki soruları… Çetinceviz bir tartışmacıydı.. Temiz yürekli, zarif, yumuşacık ama dimdik bir kahramandı …

Yurdundan uzakta yaşadı, yaşlandı ve aramızdan ayrıldı… Yurduna duyduğu sevgi uğruna…


Dile kolay elli yıllı aşan bir maceradır Türkiye’den kopuşu ve göçmenlik günleri.. Budapeşte, bu yolcuğun son durağıydı. Gün Benderli’nin Su Başında Durmuşuz kitabından o çetrefilli yolların, “yılmaz” serüvencilerinin yaşamını bir çoğumuzun okuduğunu biliyorum. Kitapta da anıları aktarılan, koca bir tarihin tanıklarından, baş kahramanlarındandı Attila ağabeyimiz..

Attila Ağabey Macarca’dan edebi, siyasi ve tarihi bir çok eser çevirdi. 1954’ten itibaren Macaristan’da yaşamaya başladı, Macar Radyosunun Türkçe yayınlar biriminde çalıştı ve o birimden emekli oldu. Çevirmenliğin yanı sıra ELTE üniversitesinde de öğretim görevlisi olarak dersler verdi. Macarca Türkçe Büyük Sözlüğün yazarlarından biriydi ve bu sözlüğün Macarca ile ilgili çalışanlar için anlamı ifade edilemez değerdedir.

Çok özledim onu, daha üç gün oldu, Mayıs’ta buluşacaktık İstanbul’da, Budapeşte'deki gibi kahvemizi yudumlayıp hasret giderecektik, olmadı.
Bu kez buluşmamız başka bahara kaldı…

O bahar gelene kadar,
Attila ağabeyi tanıyan herkes gibi ben de, çalışırken, düşünürken, kederlenirken, güzel yemekleri, lezzetli şarapları yudumlarken, sabah kahvemi içerken, hep onu düşüneceğim..

Yoluma Attila Ağabey gibi bir insan olabilmek çabasıyla devam edeceğim. Dünyayı değiştirme özlemine ve çabasına sahip çıkarak...

başta Gün Benderli’ye, kızına, Can'a, Gül'e, torunlara, dostlarına, Edit Hocama, Tarık Demirkan'a, Arif'e...okurlarına, onsuz eksildiğini duyumsayan herkese sabır diliyorum…. Budapeşte'yi güzel ve değerli kıldı varlığı...

Onu tanımamış olanlara, buruk bir merhaba olsun bu mektup… özellikle Hungaroloji öğrencisi dostlar bu adı iyi öğrensin, unutmasın...

Can Togay'dan, Işık Tren ve Köpek şiirinden bir bölümle biteyim mektubu...

"...
Yollar açılır içimde, binlerle onbinlerle,
inadına zamanın, her türlü tasarının, niyetin ve olasının inadına.
İnadına inanılmaz ve tasavvur edilemezin,
düşlenenin, yaşananın.
İmkânsız, imkânlı, ulaşılır, ulaşılmaz olanın.

Kısacası ilâhi bir ilham gelmişçesine
bir başka sayfaya geçiyorum.
Yerini değiştirince kişi
başka olur ya geleceği geçmişi.
Ama adımı vermiyorum.
..."
Can Togay
Çev. Gün Benderli...

SAKLAMBAÇ

SAKLAMBAÇ

Hani belirir ya bazen

Aynada bir çift ham keder

Yapışır ya belleğine.

Aklın bile kaçıp gider

Kızarsın hainliğine.

İşte, yapışkan ham keder

Hani orada gördüğün,

göremezsen üzüldüğün

bulunca hırpaladığın

Aşık olup bayıldığın

Kendinsin bak, sensin işte

Kaçarken hep sobelenip,

Ebeyken bulamadığın.