20 Şubat 2012 Pazartesi

KİTAP ELEŞTİRİSİ: UYKU ŞEHİR-BEHİÇ AK 18 Haziran 2008, Cumhuriyet Kitap

Behiç Ak’tan, değişen şehir yaşamı ve insan

‘Uyku Şehir’e hoş geldiniz...

Behiç Ak, ironik, gıdıklayıcı ve sarsıcı diliyle, şehir yaşamına karakterini veren, çoktan unuttuğumuz ya da farkında bile olmadığımız ayrıntılar üzerine düşünmemizi sağlıyor.

Sevgi Can YAĞCI

“Bu şehirdeki bütün dikiş makineleri dikerken sökmektedir, çamaşır makineleri yıkarken kirletmektedir, mimarlar yaparken yıkmaktadır, arabalar yolun sonuna geldiklerinde, yolu da bitirirler ve geriye dönmek imkânsızlaşır, kadınlar ve erkekler beraber olduklarında bütün geçmişlerini yitirirler. Sadece o an vardır”.

Uyku Şehir'e Hoşgeldiniz....
Sokaklarını satır aralarında dolaşacağınız Uyku Şehir’de, kaybolmamak için haritaya değil, bir tarih atlasına ihtiyacınız var; yalnızca zihninizdeki sahaflarda bulabileceğiniz bir atlasa... Kentte gezinirken, insanların belleğe, belleğin zamana, zamanın insana yabancılaştığı; “hız”ın bütün soru ve yanıtların yerini aldığı caddelerde, birbirine değmeden akıp giden kalabalıklar içinden size doğru gelen üç kişi göreceksiniz. 19. yüzyılın İstanbul’unda yaşayan ve yaşamındaki hiçbir şeyi değiştirmeyen bir dede; eskinin solcusu şimdinin liberali ve bütün ideolojilerin temsilcisi bir oğul; yirmi dört yaşında, yağlıboya tabloları siyaha boyayan bir torun. Bakışları, aynada gördüklerinize benziyor değil mi? Uyku Şehir, işte bu üç insanın geçmişten bugüne, biribirine düğümlenen öyküsünü konu alıyor.Behiç Ak, ironik, gıdıklayıcı ve sarsıcı diliyle, şehir yaşamına karakterini veren, çoktan unuttuğumuz ya da farkında bile olmadığımız ayrıntılar üzerine düşünmemizi sağlıyor. İnsanın ve şehrin yazgısının birbirinden ayrılamazlığını vurgulayarak. Zamanın hızına yetişemeyen “modern” insanın, içinde kaybolduğu zamansızlık duygusunu anlatan yazar, parçalanan yaşamların, sağa sola savrulmuş zerrelerini görünür kılarken, zamanın diyalektiğini en iyi gündelik yaşamda görebileceğimizi gösteriyor. Kapitalizmin ve faşizmin kulaklarını da hafifçe çınlatarak... Dede, oğul ve torunun serüvenleri, üç ayrı bölüm olarak kurgulanmış. Bölüm başlıkları, Uyku Şehir’in sokak tabelaları gibi.

MERKEZDEKİ BANLİYÖ

“Tarih ellemeden anlaşılmaz. Sen hiç on dokuzuncu yüzyılı elinde tuttun mu?”19. yy. İstanbul’unda yaşayan, değişime direnen, modern yaşamın geçici “anlık”lığını reddeden dede, içeri giren nesnelerin bile durgunlaştığı bir evde yaşar. Yaşamında, her şey durağandır. Nesneler ve onlara yüklenen anlamlar, sabittir. Günümüzün zaman tanımı olan “hız” içeri adım atamaz. Dedenin İstanbul’u, “içinde trenlerin, vapurların, martıların, mavi bulutların, denizlerin ve derelerin, faytoncuların, dolmuşçuların, simitçilerin, kadın, erkek, çocuk ve dedelerin, ninelerin olduğu bir oyun odası gibidir. Şehri o kadar kendine ait kılmıştır ki, üzerinde yürüdüğü asfaltın altındaki zeminin kayalık mı, kumluk mu, dolgu mu olduğunu bilir. Bindiği vapurların kaptanlarını, çarkçıbaşılarını, satıcılarını, trenlerin makinistlerini, simit aldığı simitçileri ya ismen tanır, ya da onlara göz aşinalığı vardır... Şehre sokakta kalmış bir gariban muamelesi yapmaz.” Tanpınar’ın Feshane ve Mezbahası, St. George’un İGDAŞ kepçeleriyle kırılan haçı, 2. Mahmut Türbesi’ndeki mezarlarda yatanlar... Hepsini bilir, hepsiyle tek tek dertleşir ve sorar: “Bu müşterek unutkanlığın, bu bir an önce onlardan kurtulma hissinin, bu hayatla intiharın sınırlarında dolaşan ruhların ‘tarih’ denen halının altına süpürülmüş olmasını kimlere borçluyuz?” Onun şehri, bu yüzden şehrin merkezindeki banliyödür... Oğlunun şehri ise 21. yüzyılın kendisi gibi sahtedir. Yürüme eylemini ortadan kaldıran, “yürüyen merdiven”lerle dolu bir şehir... Mimozaları kesip yerlerine dikilen binaya, Mimoza adı verilen ikiyüzlü bir şehir... Akıl ve sevgininin uğramadığı bir şehirdir “banliyö”sünün dışı. Yine de bir şeyler özler... Yaşamın diğer adı özlemektir. Kendini özlemek... Özlem duymak...

KURTARILMIŞ BÖLGE

“Çabucak yapılıp bitiriliveren yemekler, çabucak yapılan seks, çabucak bitirilen işler, çabucak yazılan yalapşap yazılar, çabucak halledilmeye çalışılan büyük sorunlar, çabucak yaşanan hayat...”Oğul’un İstanbul’u... Gerçek bir kurtarılmış bölgedir. Belleklerden, tarihten, düşlerden, sorumluluklardan, herhangi bir şeyi özlemek duygusundan... Özgür olmak adına, en çok özgürlüğe mi kıydık sorusu burada sorulmaz. Yaşam üzerine düşünmek tehlikeli ve yasaktır. Zaten buna ne zaman, ne de gerek vardır. Yalnızlık, yalıtılmışık, bencillik, tüketim... Şimdiliğin geçiciliğinde, hızla akıp giden zamanın, “özgür” ve “mutlu” insanları sevginin köleleştirici zincirlerinden kopmuştur. Özlem duymazlar... Hiçbir şeye... “Özgürlüğün o bencil ve aptal rüzgârı, özleme hakkını pencerelerden dışarı uçurmuştur” çünkü. Sevgi ilişkilerine, sahiplenmelere gerek yoktur. Boşandıktan sonra çokeşliliği seçmiştir. “Kendisini özgür hissettiğinde özgür bir kadın, bağımlı ve yorgun hissettiğinde anaç ve sevimli bir kadın, yaratıcı hissettiğinde entelektüel bir kadın, aç hissettiğinde, iyi yemek yapan bir kadın...” Tek bir kadına bağlanılamaz... Tek bir fikre bağlanılamaz artık. Geçmişte uğruna büyük acılar çekilen düşlere küsülmüş, onlar belleğin tozlu raflarına sıralanmıştır. Zaten üzerine düşünecek zaman yoktur. Anlatacak güç de... “İşkencede ne yaptın baba?-İşkencede sen bir şey yapmak zorunda değilsin, sana bir şeyler yapılır.-Korkmadın mı? -Elbette, çok. -Sonra?”

UYKU ŞEHİR

“İnsanlığa yardımcı olmak istiyorsanız, bu çağı anlatmak için küfür kullanmalısınız. Bu çağa postmodern, şizofren, yeni ortaçağ falan derseniz, onu meşrulaştırırsınız.”Yirmi dört yaşındaki torun, kendi çocukluğuna düşman büyür. Yaşlılara ise tepeden bakar. Babasından iyi maaş aldığı bir işi, bol parası, bol zamanı, az hayali vardır. Herhangi bir nedenle herhangi bir şey uğruna savaşmasına, gerek yoktur. Özgürlüğün tadını çıkarmaktan başka seçenek de...“Babasına annesini terk ettiği, annesine de babasını terk ettiği için kızar. İkisinin böyle bir ayrılık sonucunda gayet mutlu, güvenli bir şekilde hayatlarını devam ettirmelerine daha çok kızar. Kendisini artık hiç kimsenin korumak istemediği, tedavülden kalkmış ortak bir hafızayı ömür boyu beklemeye mahkûm edilmiş bir müze bekçisi gibi hisseder. Böyle durumlarda, hayata bir başlangıç noktası bulmak iyice zorlaşır. Hep ama hep bir başlangıç noktası aramaya mahkûm edilmiş olmanın acısını ciğerlerinde hisseder.”“Çocuklar birer projedir... Kendisi için de duyumsar bunu. Annesiyle gittiği resim kursu, annesinin projesidir.” Hayat, boşaltılan evlerden, taşınmalardan ibarettir. Aşk ise, her defasında siyaha boyanan tabloları gibi, sadece seks... Birbirini sevdikleri için değil, konuşacak konu bulamadıkları için sevişen insanlarla doludur ortalık.. Uyku Şehir’deki bu genç, çağdaş bir öfke adeta. Mahrum bırakılmışlığının farkında olan, yaşamı sevme nedenlerinden bir bir kopan ve bunun adına da mutluluk diyen, iki ayaklı bir bıkkınlık. “Acı insanı ölümden, ölüm insanı acıdan korur.”Acı bile sahiciliğini kaybetmiştir. Yalnızca hız vardır artık. Şehir yarış pisti, masumiyetse hızdır.... Gaza bastıkça değişir her şey, olmayan evi, olmayan komşuları, olmayan arkadaşları, olmayan işi, olmayan anne babası yoktur yanında. Olmadığı halde hayatını dolduran hiçbir şey burada yoktur. Çünkü onlar bu kadar hızlı giden bir araca binip yok olmaktan korkarlar... Kitabın sonunda, insanın içine oturan hüzün ve hınç, belki de sahip çıkmamız gereken en gerçek iki duygu. Behiç Ak, bu kez, iğneyi de çuvaldızı da okurlara batırıyor. Sıradan bir son beklemiyor okuru... İçimizdeki büyükleri çocuklarla barıştırsak, şehir yine çiçek kokularıyla dolar mı? Sokak arası kahvelerinde, dost yüzlere rastlar mıyız? Adımladığımız sokaklara, gözucuyla değil, gözümüzü dikip baksak, belleksiz kederlerimizden biraz olsun sıyrılabilir miyiz? Uyku Şehir/ Behiç Ak/ İletişim Yayınları, 2008/ 142 s.