23 Aralık 2012 Pazar
1 Kasım 2012 Perşembe
SESLİ DEFTER/BÜLENT ORTAÇGİL: "DEVRİMİ İÇSELLEŞTİREMEDİK"
Bülent Ortaçgil:
‘Devrimi içselleştiremedik’
Bülent Ortaçgil müzikte 40 yılı geride bıraktı. Bu süre boyunca Türkiye’nin tarihi belki de defalarca baştan yazıldı. Ortaçgil tarihimize yalnızca tanıklık etmedi; müziğiyle orada kendisine kalıcı bir yer de açtı. Bülent Ortaçgil’le müzikten siyasete yaşam serüvenini ve bu serüvenin sahne arkası olarak da 89 yaşındaki Cumhuriyetimizi konuştuk.
‘Devrimi içselleştiremedik’
Bülent Ortaçgil müzikte 40 yılı geride bıraktı. Bu süre boyunca Türkiye’nin tarihi belki de defalarca baştan yazıldı. Ortaçgil tarihimize yalnızca tanıklık etmedi; müziğiyle orada kendisine kalıcı bir yer de açtı. Bülent Ortaçgil’le müzikten siyasete yaşam serüvenini ve bu serüvenin sahne arkası olarak da 89 yaşındaki Cumhuriyetimizi konuştuk.
10 Ağustos 2012 Cuma
SESLİ DEFTER-REDD: "ORTAM BİZİ BİR YERE İTMEYE BAŞLADIĞI ZAMAN DİRENÇ GÖSTERİYORUZ"
SESLİ DEFTER
Sevgican YAĞCI AKSEL
sevgicanyagci@gmail.com
‘Ortam bizi bir yere itmeye başladığı zaman direnç gösteriyoruz’
Birkaç ay önce çıkardıkları yeni albümleri Hayat Kaçık Bir Uykudur ile müzikleri kadar cesur söylemleriyle de gündem yaratan Redd, Çankaya Kent Konseyi Gençlik Meclisi tarafından düzenlenen “Sokaklar Gençlerindir” etkinlikleri kapsamında Ankara’da konser verdi. Grup üyeleriyle müzik ve politika ilişkisi ve günümüz Türkiyesi’nde sanatçının sorumluluğu üzerine söyleştik.
· Ankara’da çok seviliyorsunuz.
Siz nasıl buldunuz Ankara’yı?
Doğan Duru: Ankara dinleyicisini seviyoruz. Ankara çalmaktan
keyif aldığımız yerlerden biri. Açık havada böyle bir konser vermek güzel oldu.
Bizi tanıyan, tanımayan, tesadüfen yoldan geçerken arkadaşının çekiştirdiği
insanlar bizi dinlemiş oldular. Biz de elimizden geldiğince düzgün çalmaya
çalıştık.
· Grup müziği kadar toplumsal
duyarlığıyla da öne çıkıyor. Bu misyon nasıl oluştu?
Doğan Duru: Aslında bir misyon fikriyle yola çıkmadık. Daha
tepkisiz insanlar olabilirdik ama Türkiye o koşullara sahip değil. Sanatla
uğraşan insanların biraz da duyarlılığı varsa tepki göstermeleri gerekli.
Sanatta özgürlük, sanatçı için özgürlük çok önemli bir şey ve o zayıfladıkça
biz de tepki gösteriyoruz. Grup ilk kurulduğunda oturup gündemi konuşmazdık ama
şimdi gündem o kadar çetrefilli bir şekilde özgürlüğü kıskaca almış
durumda ki, sadece müzik yaparken değil, kendi aramızda konuşurken bile
reaksiyon göstermek zorunda kalıyoruz. Herkes korktuğu için de bize yüklenen
bir misyon gibi gelişti bu süreç ama aslında biz bireyler olarak toplumsal
hayatla ilişkimizi ketlemek isteyenlere tepki gösteriyoruz.Berke Hatipoğlu: Bir de insanların o misyonu yükleyecek birilerine ihtiyacı var. Kendileri gibi düşünenleri bulmak istiyorlar. Azınlık olmaya başladık gitgide çünkü. Her gün bizleri daha kenara itmeye çalışıyorlar. Belki de herkes birbirinden güç almaya çalışıyor.
· Sanatla politikayı birbirinden
ayrı tarif edenlere de bir güzel bir yanıt bu söyledikleriniz...
Güneş Duru: Sanat düşünen insanların yaptığı bir şey.
Düşünmenin kendisi politik bir eylem zaten. Bunu birbirinden ayırmak olmaz.
Burası Kuzey Avrupa ülkesi olsaydı farklı şeyler konuşuyor olurduk belki.
· Müzik serüveninize nasıl
yansıdı Türkiye’de yaşananlar? Bir kırılma olarak mı?
Güneş Duru: Kırılma diyemeyiz buna, bir süreç daha çok. İlk
albümü yaptığımızda 2005 yılıydı, AKP’nin 1. dönemiydi, özgürlükleri
beraberinde getirecek bir parti vaadiyle oradaydı. O zaman da sorunlar
vardı ama şimdiki kadar değil. Odaklandığımız şey müzikti, albüm yapmaktı.
2006’da yine Türkiye resminde bir değişik yokken, daha soyut ve ironik bir
kıpırdanma oldu. Sonrasında zaten askere gittik. 2007 senesinde askerden
döndükten sonra 21’i yaptık. Orada işte AKP’nin 2. dönemi başladı ve parti,
tabanını ve cemaati mutlu etmek için adımlar attı. O adımlar özgürlükleri
törpüleyen şeylerdi. Biz de sessiz kalmadık. 3 yıl geçti aradan bu albümü
yaptık, arkada da AKP’nin 3. dönemi var, hepimizin bildiği referandum süreci,
“yetmez ama evet”ler… İşte bu süreçte sadece rövanş duygusu değil, bütün
muhaliflere yönelen bir tutum ortaya çıktı.
· Siz korkmuyor musunuz
muhaliflere yönelen bu tutumdan, müzik endüstrisinin sizi dışlamasından?
Berke Hatipoğlu: 1996-97’de birlikte çalmaya başladık,
enteresan bir şeye tanıklık ettik, canlı müzik yapan gruplar birbirine benzer
bir hal alıp aynı repertuvarı çalmaya başladılar. Yalnız o repertuvarla iş
bulur hale geldiniz. Biz o dönemde kendimizi bu furyaya kaptırmamak için
pazartesi-salı günleri, kimsenin çalmadığı şarkıları çalan bir grup olduk.
Biraz dışına itildik evet. Bir bar grubu olarak popüler olmadık. Sonra iş DJ
müziğine kayınca Taksim’e de küstük, 2-3 yıl bir yerde çalmadık. O zamanlar bir
rock grubunun kendi şarkılarıyla albüm çıkarma olasılığı yüzde 20 filanken bu
mümkün oldu ama. Hepimizin ortak kişisel özelliği sanırım, biraz inatçıyız.
Ortam bizi bir yere itmeye başladığı zaman direnç gösteriyoruz. Aslında rock
müziğinin doğasında protest bir yan vardır ama Türkiye’deki rock grupları
genelde ticari kurumların tavrına daha ortaklar.
· Albümleriniz internetten de
dinleniyor. Tercih mi bu?
İlke Hatipoğlu: O bizden bağımsız gelişiyor, yapımcı
denen bir faktör var. Müziğinizin nasıl dağılacağını, dijital olarak nasıl
satılacağını yapımcı ve sektör belirliyor. Plastik CD’nin ortadan kalkacağını
söylüyorlar mesela. Yani pek sanatçının inisiyatifinde olmayan konular.
Endüstrinin durumu karışık. Sponsorlar önemli faktörler. Onlar sayesinde
konserler, albümler olabiliyor, klipler çekilebiliyor. Sanatçı hakları
açısındansa meslek birliklerinin daha etkin olması gerekiyor ama kendi
varlığından memnun olan insanlar, değişiklik yapmaktan da kaçınıyorlar. Tadımlık REDD
Cumhuriyet Ankara eki, 8 Ağustos 2012
18 Temmuz 2012 Çarşamba
SESLİ DEFTER: FATİH ERKOÇ: "Gençler caza daha yakın"
SESLİ DEFTER
Sevgican YAĞCI AKSEL
sevgicanyagci@gmail.com
‘Gençler caza daha yakın’
Besteci, yorumcu ve birçok enstrüman çalan Fatih Erkoç, özellikle trombonuyla caz müziğinde dünya çapında bir yeteneğe sahip olduğu bilinen bir müzisyen. Yeteneği, farklı müzik türlerindeki üretkenliği ve mütevazı kişiliği ile her kesimden dinleyicinin hayranlığını kazanan sanatçı, göz önünde olmaktan çok denizde teknesiyle özgürlüğü kovalamayı seviyor. Elli yıldır müzikle uğraşan Erkoç, son albümü “Babamdan Miras” ile Türk sanat müziği sevenlerin de beğenisini topladı. Albüm sanatçının yorumu kadar, seçtiği eserler, sazlar ve vokallerin yüksek performansıyla da dikkat çekiyor.
“Babamdan Miras”
adıyla bile çok şey anlatıyor. Babanız Udi Hasan
Erkoç’a ithaf etmişsiniz...
Babanızdan ve o günlerden söz eder misiniz, neler çalınırdı evde?
Babam Hasan Erkoç bir ud sanatçısı idi. Evde onun birçok taş plağı vardı. Hepsi de Türk sanat mûsikîsinin (TSM) harikulade eserlerini içeren taş plaklar. Ben o plakları dinleyerek ve babamın bana 3-4 yaşlarımdayken hediye ettiği kemanla onları taklit ederek büyüdüm. İlkokuldan sonra İstanbul Belediye Konservatuvarı’na girene dek böyle devam etti. Tabii ki kemanı biraz ilerlettikten sonra babamla birlikte bazı eserleri çalardık. Evde bu sözünü ettiğim taş plaklardan ve benim gıygıyımdan başka bir de dayım Sami Kesim’in arada bize ziyarete geldiğinde söylediği eski TSM eserleri dinlenirdi. Bazen de babamın talebeleri ile yaptığı dersler...
Doğan
Hızlan yorumculuğunuz için seneler önce “Hançeresinde Türk müziğinin lezzetini taşıyor”
diye yazmıştı. Etkileyici bir ifade...
Öncelikle, çok saygıdeğer Doğan Hızlan beyefendiye bir kez daha teşekkürü bir borç bilirim. Ben, hangi tarz müzik yorumlanacaksa, o tarzın gerektirdiği duyguyu karşıya yansıtmanın gerektiğine inanırım. TSM’de de öyle. Ancak bazı pop şarkıcıları bu eserleri pop gibi yorumluyorlar. Bu müzikler bizim öz müziklerimiz, bunların gelecek kuşaklara doğru bir şekilde aktarılması gerekir. Babamdan Miras’ın zamanlaması biraz geç oldu ama sonunda oldu ya, olsun ben mutluyum.
Albümü hazırlarken nelere özendiniz?
İyi bir TSM albümünü kaliteli kılan nedir?
Öncelikle gerekli olan şey, tüm albümlerde dinleyicinin bir içtenlik bulmasıdır. Bu albümün makamsal olarak bir bütünlüğe sahip olmasına özen gösterdim. Bir de saz arkadaşlarımın TSM’yi en doğru icra eden müzisyenlerden olmasına elbette... Ayrıca, eserlerin notalarının en doğru olanlarını bulup, onların doğruluklarını onayladıktan sonra kayıtlara başladım. İyi bir TSM albümünü kaliteli kılan şey, abartıya kaçmadan, eserlerin doğru bir şekilde yorumlanması ve kayıt edilmesidir kanımca.
Pop müzikteki başarınıza rağmen en
sevdiğiniz müzik türü olarak tanımladığınız cazdan hiç vazgeçmediniz. Nedir bu
cazın cazibesi?
Caz bir insanı en özgür kılan müzik türüdür. Başka hiçbir
müzikte, caz müziğinde var olan doğaçlama yoktur. Halk için anlaşılması pek
kolay olmayan bir sanat dalı olduğundan, diğer bazı basit müzikler kadar revaçta
değil caz. Ancak, klasik Batı müziğinde olduğu gibi, caz da insanların
niteliklerini geliştirebilecek olan bir müziktir. Bence bütün müzisyenler caz
çalabilmelidirler... Umarım bir gün bu hayalim gerçek olur.
Eskiden gençler caz müziğine daha
yakınmış sanki. Doğru mu?
Ben öyle düşünmüyorum... Bugünkü gençler, eskisinden daha yakınlar caz. Çok iyi çalan birçok genç caz müzisyeni var şimdi. Bütün dünya avuçlarında. Her iyi müzisyeni dinleyebiliyorlar ve iyi cazcı oluyorlar. Ancak cazı bilmeyenlere sevdirmek gerekir. Yakında Bursa’da bir müzik okulu açacağım, kısmetse eylülde, bu okuldaki öğrencilere, cazın önemini anlatıp, onların da caz çalabilen müzisyenler olmalarını sağlamaya çalışacağım.
Türk müziğiyle cazı
harmanlamak… Nasıl bakıyorsunuz bu
tür denemelere?
Tabii ki ikisi farklı şeyler. Hem otantik olarak kalmalılar, hem de sözünü ettiğiniz denemeler olmalı. Örneğin benim de öyle bir projem var. Ud ile çalmayı planladığım bestelerim var. İçinde caz nosyonlarının da olduğu, doğaçlamaya ve virtüözlüğe yönelik bir çalışma.
Bir denizsevere zor soru: Fatih Erkoç
Ankara’yı nasıl bilir?
Ankara’nın benim yaşamımdaki yeri çok önemlidir. Gerçek caz çalmaya Ankara’da askerliğimi yaparken, rahmetli Erol Pekcan, rahmetli Kudret Öztoprak, Nejat Cendeli ve sevgili Tuna Ötenel ile başladım. Onlar benim öğretmenlerimdir. O zamanlar (1973-75) Ankara çok sanatsal bir şehirdi. Hem askerlik, hem para kazanmak ve hem de caz çalıp söylemek... Bir müzisyen daha ne ister? Ama bir de şu gerçek vardır malesef: “Ankara’nın nesi güzeldir?” sorusuna yanıt olarak “İstanbul’a geri dönüşü” derler. Yanlış, İstanbul yerine Bodrum olabilir.
18 Temmuz 2012
Cumhuriyet Ankara eki
Sevgican YAĞCI AKSEL
sevgicanyagci@gmail.com
‘Gençler caza daha yakın’
Besteci, yorumcu ve birçok enstrüman çalan Fatih Erkoç, özellikle trombonuyla caz müziğinde dünya çapında bir yeteneğe sahip olduğu bilinen bir müzisyen. Yeteneği, farklı müzik türlerindeki üretkenliği ve mütevazı kişiliği ile her kesimden dinleyicinin hayranlığını kazanan sanatçı, göz önünde olmaktan çok denizde teknesiyle özgürlüğü kovalamayı seviyor. Elli yıldır müzikle uğraşan Erkoç, son albümü “Babamdan Miras” ile Türk sanat müziği sevenlerin de beğenisini topladı. Albüm sanatçının yorumu kadar, seçtiği eserler, sazlar ve vokallerin yüksek performansıyla da dikkat çekiyor.
Babam Hasan Erkoç bir ud sanatçısı idi. Evde onun birçok taş plağı vardı. Hepsi de Türk sanat mûsikîsinin (TSM) harikulade eserlerini içeren taş plaklar. Ben o plakları dinleyerek ve babamın bana 3-4 yaşlarımdayken hediye ettiği kemanla onları taklit ederek büyüdüm. İlkokuldan sonra İstanbul Belediye Konservatuvarı’na girene dek böyle devam etti. Tabii ki kemanı biraz ilerlettikten sonra babamla birlikte bazı eserleri çalardık. Evde bu sözünü ettiğim taş plaklardan ve benim gıygıyımdan başka bir de dayım Sami Kesim’in arada bize ziyarete geldiğinde söylediği eski TSM eserleri dinlenirdi. Bazen de babamın talebeleri ile yaptığı dersler...
Öncelikle, çok saygıdeğer Doğan Hızlan beyefendiye bir kez daha teşekkürü bir borç bilirim. Ben, hangi tarz müzik yorumlanacaksa, o tarzın gerektirdiği duyguyu karşıya yansıtmanın gerektiğine inanırım. TSM’de de öyle. Ancak bazı pop şarkıcıları bu eserleri pop gibi yorumluyorlar. Bu müzikler bizim öz müziklerimiz, bunların gelecek kuşaklara doğru bir şekilde aktarılması gerekir. Babamdan Miras’ın zamanlaması biraz geç oldu ama sonunda oldu ya, olsun ben mutluyum.
Öncelikle gerekli olan şey, tüm albümlerde dinleyicinin bir içtenlik bulmasıdır. Bu albümün makamsal olarak bir bütünlüğe sahip olmasına özen gösterdim. Bir de saz arkadaşlarımın TSM’yi en doğru icra eden müzisyenlerden olmasına elbette... Ayrıca, eserlerin notalarının en doğru olanlarını bulup, onların doğruluklarını onayladıktan sonra kayıtlara başladım. İyi bir TSM albümünü kaliteli kılan şey, abartıya kaçmadan, eserlerin doğru bir şekilde yorumlanması ve kayıt edilmesidir kanımca.
Ben öyle düşünmüyorum... Bugünkü gençler, eskisinden daha yakınlar caz. Çok iyi çalan birçok genç caz müzisyeni var şimdi. Bütün dünya avuçlarında. Her iyi müzisyeni dinleyebiliyorlar ve iyi cazcı oluyorlar. Ancak cazı bilmeyenlere sevdirmek gerekir. Yakında Bursa’da bir müzik okulu açacağım, kısmetse eylülde, bu okuldaki öğrencilere, cazın önemini anlatıp, onların da caz çalabilen müzisyenler olmalarını sağlamaya çalışacağım.
Tabii ki ikisi farklı şeyler. Hem otantik olarak kalmalılar, hem de sözünü ettiğiniz denemeler olmalı. Örneğin benim de öyle bir projem var. Ud ile çalmayı planladığım bestelerim var. İçinde caz nosyonlarının da olduğu, doğaçlamaya ve virtüözlüğe yönelik bir çalışma.
Ankara’nın benim yaşamımdaki yeri çok önemlidir. Gerçek caz çalmaya Ankara’da askerliğimi yaparken, rahmetli Erol Pekcan, rahmetli Kudret Öztoprak, Nejat Cendeli ve sevgili Tuna Ötenel ile başladım. Onlar benim öğretmenlerimdir. O zamanlar (1973-75) Ankara çok sanatsal bir şehirdi. Hem askerlik, hem para kazanmak ve hem de caz çalıp söylemek... Bir müzisyen daha ne ister? Ama bir de şu gerçek vardır malesef: “Ankara’nın nesi güzeldir?” sorusuna yanıt olarak “İstanbul’a geri dönüşü” derler. Yanlış, İstanbul yerine Bodrum olabilir.
18 Temmuz 2012
Cumhuriyet Ankara eki
28 Haziran 2012 Perşembe
SESLİ DEFTER: ÇİĞDEM ERKEN
“Ankara bana müzisyen kimliğimi armağan etti”
Çiğdem Erken, Ankara Devlet Konservatuvarı ve B.Ü. Müzik ve Sahne
Sanatları Fakültesinde eğitim gördü, dersler verdi. Mesleğine İstanbul’da devam
ediyor. Uzun yıllardır tiyatro müziği ile ilgilenen piyanist ve besteci, Geçen
yıl ilk albümü Kız Kafası’nı
çıkardı. Sonrasında “Türkiye’nin kadın ozanı” olarak anılmaya başlayan Çiğdem
Erken devam niteliğinde olan 2. albümünü sonbaharda Ada Müzik’ten yayınlamaya
hazırlanıyor.
Kız Kafası’nın başarısını neye bağlıyorsunuz? Bu albümün olmazsa
olmazları nelerdi?
Kız Kafası uzun zamandır
kafamda tasarladığım bir albümdü. Hayata geçirme aşamasında karşılaştığım zorluklar
albüme olumlu anlamda bir katkı sağladı sanki. Şarkılar piştikçe pişti. Hoşuma
gitmeyen her türlü kaydı çöpe attım. Yeniden yapmaktan çekinmedim. Yine de eğer
bir başarıdan söz ediyorsak, bence o şarkılarımın kalp ve damar sistemine olan
yakınlığından olabilir. Hayatı hiç korkmadan dibine kadar yaşamaya meyilli bir
insanım. Hayatın diğer alanlarında olduğu gibi aşkta da komut almayı sevmem.
Birini çok seversem onun ne hissettiğine çok takılmadan kendi içimde başka bir
dünya kurarım. Bütün bu hissettiklerimi çekinmeden yazdım. Herkesin hayatından
geçen hikâyeleri ben re minör bir eda ile sundum. Benim için aşk şarkıları ile
dolu bir albümün yegâne olmazsa olmazları, hissiyatı ve dramaturjik yapısı
sağlam sözleri ve zihinde özgün bir etki yaratabilen tınılarıdır. Realizasyon
aşamasında iyi kayıt, iyi müzisyenler olması da çok önemli tabii ki ama benim
için önce şarkı gelir.
Albümdeki şarkılar önce sosyal medyada yayınlandı ve binlerce kez
dinlendi. Teknoloji müzik sektörünü nasıl dönüştürüyor sizce?
Albüm öncesi sosyal medyada
yakaladığım başarı olmasaydı belki akademik yaşantımın çetrefil yolları
arasında bu şarkıları yavaş yavaş unutabilir, paylaşma enerjimi yitirebilirdim.
Tesadüfen açtığım bir myspace hesabı sayesinde şarkılar büyük talep görmeye ve
elden ele yayılmaya başladı. Bende bu kadar yayılacaksa bari iyi kayıtlar
yayılsın dedim ve yola çıktım. İnternet bir yandan büyük bir şans hem
dinleyenlerin bize, hem de bizlerin onlara ulaşması açısından. Ama öte yandan
müzisyenin gerçek yaşam alanı olan sahne performanslarını ve albüm satışlarını
olumsuz etkiliyor. Konu sadece maddiyat ile de ilgili değil. Özene bezene
hazırladığım o albümü beni dinleyen insanların elinde tutması, kütüphanelerinde
bana da bir yer açması beni çok mutlu ediyor. İnternette yüz binlere ulaştım.
Ama kanlı canlı durumları hayatın her alanında tercih ederim.
Türkiye’de tiyatro müziğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu müziklerin
de albümlerini dinleyemez miyiz?
Tiyatro benim evim. Orada çok
mutluyum ama yokluk içindeyiz sanki. Bugünlerde tiyatronun özellikle devlet eli
ile gördüğü baskı yüzünden kendimi dışlanmış ve moralsiz hissediyorum. Çok
takdir gördüğümüz söylenemez, para zaten yok bu meslekte. Yine de tiyatro
müziği son yıllarda ülkemizde gelişme içinde. Yine de film ya da dizi müziği
benzeri bir rant yakalaması kolay değil. Dünyadaki örneklere baktığınız zaman
da soundtrack piyasası ve müzikallerin kayıtlarının paylaşıma sunulması
arasında büyük bir fark görebilirsiniz.
Sizin böyle bir projeniz var mı?
Kendi adıma önümüzdeki
yıllarda tiyatro müziklerimi bir albümde toplama planım var ama paylaşım
beklentisi yüksek düzeyde olmayacaktır. Cep telefonunun Kral Lear için yazdığım
bir ağıtla çalmasını anlamlı bulacak çok insan olduğunu sanmıyorum. Artık satışların
çoğu yüzyılın icadı cep telefonu için sanırım.
Herkes sizi “kadın ozan” olarak nitelendiriyor. Bu tanım edebiyatla
sıkı ilişkiyi de akla getiriyor.
Özellikle romantik Türk
şiirinden ve Anadolu âşıklarının dilinden çok etkilendiğimi söylemeliyim. Çocuk
yaştan beri Ümit Yaşar ile başlayan
ve Metin Altıok’a kadar uzanan şiir
okuma alışkanlığım en azından kendi yazdıklarımı anlamlandırabilmem adına bana
çok şey kattı. Ayrıca Shakespeare’in
şiirsel anlatımları ve Brecht’in
korkusuz ve bir o kadar gerçekçi dili, müzik cephesinden ise Bach, Schumann, Chopin ve Brahms’ın yaklaşımları çok önemlidir
hayatımda. Bu “Kadın Ozan” nitelendirmesi de hayatımda aldığım en büyük
iltifattır bu arada. Şarkılarımla ozanlara selam çakıyorum.
Son olarak size “Çiğdem Erken’in Ankarası”nı sorsam?
Ankara bana müzisyen kimliğimi
armağan etti. Orada unutulmaz öğrencilik anılarım, ilk gençliğim var. Tiyatroya
orada başladım. Ustam Yücel Erten
ile Ankara’da tanıştım. Hayat orada başladı bir nevi. Ben Ankara’ya
İstanbul’dan değil 40 yaşımdan bakıyorum. Yeri gönlümde her daim baki kalacaktır.
Çiğdem Erken'den Laleler....
Cumhuriyet Ankara, 28 Haziran
2012 (oynanmış versiyon)
10 Haziran 2012 Pazar
23 Mayıs 2012 Çarşamba
SESLİ DEFTER: SİBEL KÖSE: "Müziğin sanattan çok maddiyatla değerlendirilmesine üzülüyorum"
Sibel Köse/C-Teoman Cimit/Yüzkumbarası Projesi |
Müziğin sanattan çok maddiyatla
değerlendirilmesine üzülüyorum…
Ankaralı Sibel Köse, ODTÜ Mimarlık eğitimi
aldığı 80’li yıllarda caz söylemeye başladı. 20 yıldır Türkiye’yi dünyaya
tanıtıyor. Türkiye’de çıkacak albümü
için Türkçe sözler karaladığını söyleyen şarkıcı, mesleğinin yan etkisini “Benim için en önemli olan duygudur.
Şarkılarla sürekli duygunu kurcalıyorsun ve gündelik yaşamda da bunu
bırakamıyorsun” diyerek tanımlıyor.
Cazla tanışmanız nasıl oldu?
Okul
yıllarında TED Ankara Koleji’nde koroda ve Amerikan Folk grubunda söylüyordum.
Radyodaki programları takip eder, şarkıları ezberlerdim. Ablam Deprem Araştırma
Bölge Müdürlüğü'nde çalışıyordu, daha sonraları hocam olan Josef Kubin’le Doğu'da bir yere gitmişlerdi. Orada kasetler karışmış,
eve Ella Fitzgerald’ın bir kaseti geldi ve
dinlemeye başladım. Sırf scat (vokalistlerin anlamsız heceler kullanarak
yaptıkları bir doğaçlama tekniği) bir parça olan Airmail Special’ı duyunca “Ne yapıyor bu kadın!” diye çıldırdım.
Defalarca dinledim şarkıyı. Sonra caz parçalarına, şarkıcılara merak saldım.
Kuğulu Pasajında plakları kasete çeken Archives adlı bir dükkân vardı.
Keşfettiğim müzikleri onlara buldururdum. Beni görünce "eyvah yine
geldi" diyorlardı belki de.
Şarkıcı olmaya çocukken karar vermiştiniz
demek?
Aslında
tiyatrocu olmak istiyordum. Lise yıllarında Carson McCullers'ın The
Member of the Wedding adlı oyununda oynadım. İlk defa siyahi bir karakterin
önemli bir rolde olması açısından çok önemliymiş meğer bu oyun, sonradan
öğrendim. O zenci dadı rolünde bir şarkı
söylemiştim. Sonra ODTÜ Mimarlık Bölümünü kazandım. Bir yandan tiyatro
devam etti, bir yandan Merve Erdal ile birlikte Mehmet Kütükçüoğlu'nun kurmuş olduğu grupta söylemeye başladık.
Erdal ve Metin Paksoy, Tevfik Bultan, Sertaç ve İhsan Akyüz bu grupta yer alan
müzisyen arkadaşlarım. 1986-87 yıllarıydı, Tuna
Abi'yi (Ötenel) dinlemeye gidiyorduk. Zamanla onların grubuyla da söylemeye
başladım. Sonra Janusz Szprot geldi.
Polonyalı cazcılarla konserler, seminerler düzenlediler. Janusz beni Polonya'ya
bir yaz okuluna çağırdı. 1.Körfez Savaşı günleriydi. Daha sonra tekrar gittim
ve orada bir yarışma kazandım, festivallere gittim, buraya gelen orkestralarla
çaldım, albümler kaydettik. O günden sonra hep gidip geldim.
90’larda Ankara’da kimler vardı?
Tuna Ötenel,
Murat Ulus, Tamer Sağlam, Yahya Dai,
Zafer Gerdanlı, Alper Yılmaz, Canan Aykent, Kamil Erdem, Tuluğ Tırpan, Janusz
Szprot, Murat Arkan, Nusret Gürs beraber yıllarca muzik yaptığımız
arkadaşlarım, özellikle Mimarlar Derneği’nde uzun süre çaldık. Eren-Murat Artu
ve Alageyik-Emin Mahir Balcıoğlu’nun başlattığı Mimarlar Derneği Lokali bu
anlamda caz müziğine kucak açmış oldu uzun yıllar. Mahmut Yalay ve Çağlayan
Yıldız bir dönem Ankara’daydılar. Durul Gence konserlerinin yanısıra üniversite
ve kültür merkezlerinde caz üzerine sunumlar da yapardı sık sık. Askerliği
döneminde İmer Demirer ve Ayşe Gencer de Ankara’da oldular.
Bilkent’teki seminerlerde Sarp Maden, Cengiz Baysal’la ilk kez beraber
söyledim. Alpay’ın mekanı Karpiç’te de Hakan Caneroğlu, H.Barış Kıratlı, Gökhan
Somel, Bilgehan Erten, Bahadır Şener, Teoman gibi pek çok değerli müzisyen yer
alırdı, Volkan Öktem’le orada tanıştık örneğin, daha sonra İstanbul’da farklı
projelerde beraber çaldık. Benim de bir dönem solistliğini yaptığım Mezzoforte,
Kamil Erdem’in kurmuş olduğu Asiaminor şu anda aklıma gelen gruplar. Eylül Bar,
Karpiç, Mimarlar Derneği, Jubilee, Gece Bar, Manhattan, Replik, Barduck, A Bar,
Siyah Beyaz, Beyaz Ev, Sting, Tenedos o dönemin kimi hala devam eden ve müzik
yapılan mekanlarıydı. Ersun Çavuşoğlu, Çetin ve Yasemin kendi gruplarıyla sahne
alırlardı. Blues ve rock müzik yapan gruplardan Süleyman Bağcıoğlu Blues Band,
Cemal Abi ve Mustafa Hadi Dedi, Mehmet Acet ve grubu, Anonim yine o dönem çalan
gruplardandı. Gürol Ağırbaş’ın Bas Şarkıları albümünün ilk prova ve konserleri Ankara’da olmuştu Cem
Aksel, Vural Şerifoğlu, Ozan Doğulu bu projede yer aldılar. Selçuk Sun da dönem
dönem çalardı. Bazı yabancı sanatçılar da vardı Edi ve Dave, Joe Lee Wilson, Larry
O'Neal gibi. Opera bünyesinde Ünal Algın’ın başlattığı Ankara Pop Grubu
kuruldu, ben de solistliğini yapmıştım. Janusz Szprot’un girişimleriyle
gerçekleşen Polonyalı ve Türk caz yıldızlarının yer aldığı Polonya Türk Caz
Grubu yine o dönem içinde yer aldığım önemli organızasyonlardan. Tuna Ötenel,
İmer Demirer, Neşet Ruacan, Okay Temiz gibi ülkemizin caz ustaları Jan
Ptaszyn Wroblewski, Henryk Majewski, Andrzej Jagodzinski, Henryk Miskiewicz
gibi Polonya cazının usta müzisyenleriyle biraraya geldiler bu projede. Yine
aynı yıllarda kurulan Ankara Caz Derneği de pek çok önemli projeye imza attı ve
şu anda her sene düzenlenmekte olan Ankara Caz Festivali gerek sanatçı gerek
izleyici olarak katilmaktan gurur duyduşum uluslararası bir organizasyon. Bugün
festivalin ve üniversite konserlerinin yanısıra
Cer Modern, Samm’s, Ruhi Bey ve Fige’de önemli caz performansları oluyor
bildiğim kadarıyla.
Sizden başka kadın şarkıcı da yokmuş Ankara’da,
zor olmuyor muydu?
Şarkıcı vardır
da caz söyleyen pek yoktu. Zorluyordu bazen. Oldukça genç yaşlarda şarkı
söylemeye başladım. Yaşça benden büyük, müzisyen abilerimle söylüyordum. Bir yandan öğrencilik sürüyordu, sonrasında
Sanart - Türkiye’de Görsel Sanatları Destekleme Derneği’nde yarı zamanlı
çalıştım, aynı dönemde haftada üç gün, bazen aynı gece iki farklı mekanda şarkı
söylüyordum. O dönem İstanbul’dan Nükhet
Ruacan, Ayşe Gencer, Ayşegül
Yelşilnil gelirlerdi bazen konserler için. Yıldız İbrahimova’nın Türkiye’ye geldiği dönem aynı zamanda. Nükhet Aruca varmış ben söylemeye
başlamadan önce, 28 yaşında gencecik vefat etmiş ne yazık ki. Ne kadar değerli
bir şarkıcı olduğunu daha sonra dinlediğim kayıtlarından biliyorum. Önder
Focan’la söylemeye başlamıştım zaman zaman İstanbul’da. 1997 yılının sonlarına
doğru sevgili dostum Ajlan’ın da desteğiyle yavaş yavaş İstanbul’a
taşındım.
Yurtdışındaki atmosferi de iyi bilen bir
caz şarkıcısı olarak Türkiye’de cazcı olmak nasıl?
Yurt dışında,
eğer öyle bir önyargı olsa bile performansınızın ardından bunu
kırabiliyorsunuz. Dünyanın değişik yerlerinde farklı organizasyonlar içerisinde
yer aldım. Dünya çapında çok değerli müzisyenlerimiz var ve kendi ülkelerinde
"bizim oğlan" muamelesi gördüklerini düşünüyorum. Örneğin buraya konsere gelen yabancı müzisyenlerin,
konser sonrası jam session’ın ardından piyanonun başında Tuna Ötenel’den o gece
çalınan herhangi bir caz standardının akorlarını izlemelerine kaç kez şahit
oldum. Cazdan bihaber insanların söz sahibi olduğu durumlara canm sıkılıyor,
müziğin sanattan ya da maneviyattan çok maddiyatla değerlendirildiğini gördüğümde üzülüyorum.
‘Ne iş yapıyorsunuz’ diye sorduklarında ‘caz söylüyorum’ cevabı, sorana da bana
da eğlenceli anlar yaşatıyor kimi zaman, örneği az çünkü.
Cazcılar yetiştiriyorsunuz, atölyeler
düzenliyorsunuz. Neler öğütlersiniz gençlere?
Yıllardır
şarkı söylediğim yolda arayıp bulduklarımı ilgilenen arkadaşlarımla paylaşmak
heyecan veriyor ama eğer benzer bir yola çıkmamışlarsa bu deneyim çok da
kolaylıkla aktarılamıyor. Eskiden bir şarkıyı öğrenmek için bir kaseti
defalarca dinlerdik ama o şarkı öyle sağlam yerleşirdi ki. Teknoloji güzel
fakat her şey çok hızlanıyor, işin romantizmi kaçıyor. Bu tabii şarkı
söyleyenleri de etkiliyor. Atölyemizde caz standartlarını söylüyoruz. 3 hafta
sonra daha kendinden hiçbirşey katmadan “ben sıkıldım bu şarkıdan” diyebiliyor
bazı arkadaşlarım. Bu henüz tanışmadığınız birinden sıkılmaya benziyor bana
göre. Benim 20 yıldır söylediğim ve her seferinde benim için yeniden ve bazen
yeni ifadeler bulan şarkılar var. 100 yıldır söyleniyor, çalınıyor bu
şarkılar. Bir de müzisyeni eşlikçi
olarak görmek, kendini önde ve solist olarak hissetmek, caza popüler kültürden
sızan etkiler sanırım. Oysa caz, şarkıcıdan daha çok enstrümantist müziğidir.
Bu nedenle de şarkıcılar da olabildiğince müzsiyen olmalılar. Kendim için de
atölyeye katılan arkadaşlarım için de bu yönde ilerlemeye gayret ediyorum.
Festivalleri nasıl buluyorsunuz?
Türkiye’de
birkaç büyük festival var. Onlar da doğaları gereği büyük şehirlerde ve yıldızlara
odaklı. Daha farklı organizasyonlar da olmalı. Geçtiğimiz kısa dönemde
gerçekleştirilen Kapadokya Caz Günleri, Alaçatı Jazz Rüzgarı benim de içinde
yer aldığım keyifli organizasyonlar oldu. Farklı mekan kalitesi ve ruha sahip
yerlerde böyle organizasyonlar olması çok güzel ve Türkiye bunun için adeta bir
cennet. Konserler, atölyeler sadece salonlara sıkışmamalı. Küçük ölçekli
organizasyonlarda müzisyenler ve dinleyici daha çok iç içe geçiyor. İşte o
zaman müzik yaşama karışıyor. Usta ve amatör müzisyenlerin yan yana gelmesi en
güzel atölye çalışmasıdır.
23 Mayıs 2012, Cumhuriyet Ankara (uzun versiyon)
*
Biraz da Sibel Köse dinleyelim...
Beşik
Sibel Köse
Sibel Kose (Vocal) Tuna Otenel (Piano-A.Sax) Kamil Erdem (E.Bass) Cem Aksel (Drums)
19 Nisan 2007 Konya
5 Mayıs 2012 Cumartesi
SESLİ DEFTER: Fotoğrafçı Nadir Buçan: “Konvansiyonel fotoğrafı sayısaldan daha değerli buluyorum”.
Nadir Buçan: “Konvansiyonel
fotoğrafı sayısaldan daha değerli buluyorum”.
Fotoğrafçı Nadir Buçan, Ankara İlef mezunu.
Ankara’dan Van Yüzüncü yıl Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde öğretim
görevlisi olunca ayrılan Buçan, Van depremi öncesinde çektiği fotoğraflardan
oluşan “Benim Gördüğüm Van Şimdi Yerle
Bir” adlı sergisiyle yeniden kentimizde. Nadir Buçan bize fotoğrafa
bakışını ve Van’ın objektifinde bıraktığı izleri anlattı.
Nasıl
başladınız fotoğraf çekmeye?
İLEF (Ankara Üniversitesi
İletişim Fakültesi) öğrencisiyken almış olduğum Temel Fotoğraf dersi sayesinde
fotoğraf çekmeye başladım. Sanırım 1999 yılıydı. Ayrıca okuldaki fotoğraf
atölyesinde değerli hocalarım Atila
Cangır ve Hatice Kurt’la
birlikte çalışma şansına sahip oldum. Sayısal fotoğrafın henüz egemenliğini
ilan etmediği bir dönemdi. Film kullanıyordum ve banyodan baskıya kadar
fotoğrafın her aşamasında bulunuyordum. Karanlık odada agrandizörde pozlanmış fotoğrafın
solüsyon içinde yavaş yavaş oluşumuna şahit olmak büyüleyici bir deneyimdi
benim için.
Telefonlar,
dijital kameralar, sosyal medyadaki fotoğraf kullanımları derken, teknoloji
fotoğrafla ilişkimizi değiştiriyor sanki. Bu değişim fotoğrafın sanatsal
değerini yıpratan bir şey mi?
Ben fotoğraf çekmeye bir
analog makineyle başladım. Filmlerin banyosunu ve baskısını kendim yapıyordum.
O zamanlar bir fotoğraf için daha fazla zaman ve emek harcıyorduk.
Karanlıkodaya sabah girer akşam çıkardım. Bu da o fotoğrafın değerini arttıran
bir durumdu. Bir iş için ne kadar çok emek harcıyorsanız o iş o kadar
değerlidir. Bir de film kullanırken çekebileceğiniz kare sayısının sınırlı
olması sizi daha dikkatli ve seçici olmaya itiyordu. Şimdilerde ise adeta
makineli tüfek kullanır gibi çekimler yapıyoruz. Konvansiyonel fotoğrafı
sayısaldan daha değerli buluyorum.
Kendi
fotoğrafçılık anlayışınızı nasıl tanımlarsınız?
Belgesel fotoğraf diyebiliriz.
Daha çok insan fotoğrafları çekiyorum. Tabii önce onlarla vakit geçirmeye
ve onları dinlemeye özen gösteriyorum. Kısacası önce arkadaşlık kuruyorum. Çoğu
kez uzun soluklu bir ilişki gelişiyor. Çekim bittikten sonra da onlarla
görüşmeye, fotoğrafları kendileriyle paylaşmaya çalışıyorum.
Bir
fotoğrafçı için Ankara’dan sonra Van’da olmak nasıl bir deneyim?
Yaklaşık bir buçuk
yıldır Van'da yaşıyorum ve burada bulunduğum süreyi bir fotoğraf projesi olarak
görüyorum. Van
Türkiye'nin en güzel illerinden biri. Gölü, adaları, dağları, kaleleri,
kiliseleri, güzel gözlü kedileri ve insanıyla bir fotoğrafçı için bulunmaz bir
nimet. Görselliği olan bir şehir Van. Urartular şehre Tuşba adını vermişler.
Tuşba 'güneş şehri' anlamına geliyor. Burada güneş yüzünü hiç eksik etmiyor.
Midyat - Van arasını bir ayda yürüyerek kateden göçer kadınlar, savaş nedeniyle
yurtlarından koparılan Kırgızlar, kerpiç bakkal dükkânı, Altınsaç koyu, Göründü
Yaylası'ndaki berivanlar, ıssız Ermeni köyü Ağın, yabani atlar, çobanların
ıssız yalnızlığı. Hepsi de benim için daha önce karşılaşmadığım deneyimlerdi ve
hepsini fotoğrafa borçluyum.
Depremle
gelen yıkıma tanıklık nasıl etkiledi sizi, çalışmalarınızı?
Sergideki fotoğrafların
tamamına yakını deprem öncesinde çekildi. Deprem sonrası Van'ı öğrencilerimle
birlikte bir belgesel filmle anlatmayı tercih ettik. Bu proje öğrencilerim için
de ilk ciddi çalışma. Geçen yıl öğrendikleri şeyleri bu proje sayesinde
uygulama şansına sahip oldular. Şu an belgeselin postprodüksiyon aşamasındayız.
Otuz saniye içinde her şey değişti. İnsanlar evlerini kaybetti. Van bir süre
hayalet şehir görünümündeydi. Havaların ısınmasıyla şehre dönüşler başladı.
Yaşam konteyner kentlerde ve çadırlarda devam ediyor.
Van
fotoğraflarınız, fotoğrafın sanatsal değerinin yanı sıra belgesel değerini de
ön plana çıkarıyor.
Kesinlikle.
Sergideki fotoğraflardan biri tarihi bir minarenin tepesindeki çocuklar… Artık
oraya çıkmak pek mümkün olmayacak. Bir de ilk depremden bir gün önce çektiğim
fakat bu sergide kullanmadığım bir fotoğraf var. Depremle yerle bir olan
Alaköy'ün eski PTT binası… Depremden üç ay sonra oraya tekrar gittiğimde bina
yerinde yoktu. Bence bu fotoğraflar deprem öncesini yansıtan birer belge
niteliği kazandı.
Sergiyle
ilgili eklemek istedikleriniz?
Aslında bu sergiyi bir kaç yıl
sonra açmayı planlıyordum. Fakat yaşanan deprem bu tarihi öne çekti.
Fotoğrafları tek başıma seçmemeye özen gösterdim. Arkadaşlarımın ve
hocalarımın eleştirilerini dikkate aldım. İlk sergi 7 Mart'da Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi'nde açılmıştı. Ankara’daki sergimiz ise 2 Mayıs- 12 Mayıs tarihleri arasında A. Ü. İLEF-Ahmet
Taner Kışlalı Sanatevi'nde gezilebilecek.
Uzun metin.
Cumhuriyet Ankara 5.5.2012
SESLİ DEFTER: GÜVENÇ DAĞÜSTÜN
Güvenç Dağüstün: “İki tür müzik vardır: iyi
müzik ve kötü müzik” tanımına tamamen katılıyorum”.
Güvenç Dağüstün
Ankara Devlet Operasının en genç sanatçısıydı. Kariyerini Viyana’da
sürdürdü. Carl Orff’un Carmina Burana eserinde hem bariton hem kontrtenor
soloları seslendirerek bir ilke imza atan sanatçı Türkiye’de çeşitli operaların
yanı sıra Fazıl Say’ın Nazım adlı eserinde de rol alarak büyük
beğeni topladı. Şimdi ilk solo albümü Evde Yoklar ile karşımızda. Albüme
adını veren şiir, Sivas’ta öldürülen şair Metin Altıok’a ait.
Albümün adıyla başlayalım. Nasıl karar verdiniz “Evde Yoklar” olmasına?
“Evde
Yoklar” Metin Altıok’un çok sevdiğim bir şiiri. Cihan Sezer bu şiiri besteledi
ve albümde yer aldı. Daha sonra bu eserin adını albümün başlığına taşımayı
düşündüm. Değerli dostum, Altıok’un kızı Zeynep’e
(Altıok Akatlı) de danıştım ve birlikte karar verdik Hatta Zeynep albümün bir
nevi isim annesidir diyebiliriz.
“Ne zaman bir dosta gitsem evde
yoklar”... Bu güzel şiir bundan böyle müziğiyle de zihnimizde yer edecek...
Albümde iyi besteler, sağlam
düzenlemeler ve iyi müzisyenler yer almış. Bu özen müziğe bakışınızı ortaya
koysa da soralım... Kendi müziğini nasıl tanımlar Güvenç Dağüstün?
Kendi
müziğim derken bir şeyin altını çizelim. Şu ana kadar çok az beste
yapabildim. Albümde de sözü ve müziği bana ait olan tek bir şarkı
var. Bir de Rimsky-Korsakov’un
Şehrazat’ından iki tema üzerine yazdığım söz var. Dolayısıyla yorumcu yanımdan
konuşmak daha doğru. Louis Armstrong’un
“İki tür müzik vardır; iyi müzik ve kötü müzik” tanımına tamamen katılıyorum.
Dinlediğim ve yaptığım müzikte de bu motto yol gösteriyor bana. Çok farklı
tarzlardan beslenebiliyorum. Umarım ileride “yazma” konusunda da ivme
kazanırım.
Albümde daha önceden bildiğimiz Gel
Ey Seher, Kimse Bilmez gibi şarkılara da yer vermişsiniz. Nasıl
seçtiniz bu şarkıları? Bir de eser sahipleri yorumunuzu, yeni düzenlemeleri nasıl
buldular?
“Gel Ey Seher” eski Azerbaycan
Kültür Bakanı Polat Bülbüloğlu’nun
1969 yılında yazdığı bir eser. Ben bu şarkıyı yıllardır söylerim ve çok
seviyorum. Polat Bey ile birkaç yıl önce gittiğim bir Moskova turnesinde
tanıştım. Fazıl Say’ın Nazım
Oratoryosu’nda beni canlı izlemişti böylece. Bu şarkıyı seslendirmek için de izin
almıştım. Yıllar sonra albümde yerini aldı. “Kimse Bilmez” ise Mehmet Güreli’nin çok sevdiğim bir
bestesi. Ömer Hayyam’ın dizeleri.
Çokça söylendi aslında ama ben yine de bu şarkıdan vazgeçemedim. Her iki
değerli sanatçıdan da güzel övgüler aldım.
Babanız Yusuf Dağüstün’le
yaptığınız düet de çok etkileyici: “Bin Cefalar Etsen Almam Üstüme”.
Yeteneğiniz babanızdan miras diyebiliriz sanırım.
Babamın
1977 yılında yaptığı bir plak var. Bu türküyü de o plakta
seslendirmiş. Cihan Sezer bu
kaydı aldı elden geçirdi. Üzerine çok güzel öğeler ekledi. Bunlardan
biri de balaban solosunu çalan Azeri sanatçı Alihan Samedov. Daha sonra ben girdim stüdyoya. Böylece 1999
yılında kaybettiğim babamla düet yapmış oldum. Bunun hissettirdiklerinin tarifi
zor. Cihan’a büyük teşekkür borçluyum.
Bu saydıklarımız dışında ise altı yeni şarkı var. “Sevdanın Yolları”nın
klibinde bir araya gelen tanıdık yüzler izleyenler için hoş bir sürpriz olmuş .
Bu arada “Ellerin” adlı
şarkı ise yurtdışında bir albüme
seçilmiş duyduğuma göre?
Evet. Sözü ve müziği Cihan Sezer’e ait bu parça Lola’s World
Records tarafından hazırlanan Made in Turkey Vol.6’da yer acak. Bu şarkıya
aynı zamanda Fransızca sözler yazıldı. Yakında kaydedeceğiz ve Fransa için
bir single olması projemiz var.
Başka projeler de var mı?
Projeden bol ne var! Öncelikle
albümün konserlerine ağırlık vermek istiyorum. Bunun dışında ise Akustikhane
programının yapımcısı ve sunucusu Zafer
Yılmaz ile bir televizyon programı projemiz var. Üzerinde çalışıyoruz. En
heyecan vericisi ise Fazıl Say’ın
bestelemekte olduğu “Sivas 93” adlı operada Behçet Aysan rolünü oynayacak olmam. 2014 yılında izleyicisiyle
buluşacak bu eser.
http://www.guvencdagustun.com.tr
Sevdanın Yolları Klibi için tıklayınız....
Cumhuriyet Ankara, Nisan 2012 (uzun metin)
Fotoğraf: Fırat Erez
4 Nisan 2012 Çarşamba
SESLİ DEFTER: POLONYALI BİR ANKARALI...
Janusz
Szprot: “Ankara benim için insanlarıyla varolan bir şehir…”
Besteci
ve piyanist Janusz Szprot, Polonyalı bir Ankaralı. 20 yılı aşkın süredir
kentimizde yaşıyor. 1990’lı yıllarda Bilkent Üniversitesinde başlattığı caz eğitiminden
bu yana ülkemizde cazı yaşatmak ve yaygınlaştırmak için emek veriyor. Janusz
Szprot’la “ikinci evim” dediği Ankara’da geçen yılları ve caza olan aşkını
konuştuk.
Nasıl
başladınız caz çalmaya?
Varşova Üniversitesinde müzikoloji okurken
caz orkestrasında çalmaya başladım. İlk konseri Varşova’da öğrenci
kulüplerinde, Gold Washboard Hot Jazz
Company olarak vermiştik. Klasik müzik çalmak için yaratılmış bir
piyanist olmadığımı o zamanlar anladım.
Caza
yönelme nedeniniz neydi?
Caz çalmak benim için kendini gerçekleştirmek,
birey olmak, özgür olmak demekti. Cazcı olmak her şeyden önce kimseyi taklit
etmeden çalmaktır. Emprovizasyon (doğaçlama) bu müzikte temel dayanaklardan
biridir ve kimliğini ifade edebilme özgürlüğü sunar. Müzikte özgün ve özerk
olabilmeyi sağlar. Müzikoloji okuduğum halde, 20 yılı aşkın süredir Bilkent
Üniversitesinde müzik öğrettiğim halde, dinleyiciyle iletişim kurmak denince
kullandığım müzikal dil her zaman caz oldu.
“İletişim”
deyince cazda dinleyiciyle etkileşim de önemli demek ki.
Caz sürprizli bir müziktir. Müzisyenler
“hikaye anlatıcıları” gibidir. Çaldıkları sololar onların “yolculuğu”dur.
Dinleyici de bu bilinmez yolculuğa katılır. Caz, dinleyiciye tanımlı bir şey sunmaz.
Her an her şey olabilir. Pop dinleyicisi her zaman beklediğini alır. Caz dinleyicisi
ise beklediğinden ötesini... Diğer müzik türlerininkine kıyasla azdır,
azınlıktır caz dinleyicisi.
Siz
kimleri dinleyerek başladınız? Kimler esin kaynağı oldu?
Polonyalı cazcıları dinlerdim. Amerikalı devler beni büyülemişti (Louis
Armstrong, Duke Ellington, Fats Waller, Oscar Peterson, Charlie Parker, Miles
Davis John Coltrane) Ama etkilendiklerim bu isimlerden ibaret değil elbette. Cazın
güzelliği hiç tanınmadığınız müzisyenlerin bile doğaçlamaya dayalı
performanslarıyla sizi büyüleyebilmesindedir. Nelerden ilham aldım derseniz, yalnızca caz değil, farklı müzik türleri de
söz konusu. Ama ilk aklıma gelen büyükbabam Leon’dur. Leylak yaprağıyla Polonya
halk şarkılarını öyle güzel çalardı ki! İlk müzik öğretmenimse babam Jan
Szprot’tur. Bence müzisyen de bir hekim gibi, yaşamı boyunca yeniliğin peşinde
olmalı. Bu yüzden her müzisyenden öğrenecek bir şey bulurum. Afrikalı
kabilelerin müziği, Türk halk müziği sanatçıları, ney, kanun, saz çalanlar,
bunun yanı sıra öğrenciler ve dinleyiciler ilham kaynağımdır.
Ankara’ya gelişiniz nasıl oldu?
Ankara’ya 1990’da Bilkent Üniversitesnde bir
caz eğitimi programını hayata geçirmek üzere davet edilmem, 20 yılı aşan bir
yaşantının vesilesi oldu. Burası artık benim ikinci evim. Ankara benim için
insanlarıyla birlikte varolan bir şehir. Yoksa bir “yabancı” için daha cazip
kentler de elbette vardır.
Ya kültüre aşinalığınız?
Onu sorarsanız, o gelmeden de oluşmaya
başlamıştı. Yunus Emre’yi, Mevlana’yı Nazım Hikmet’i biliyordum. Aşık
Veysel’i Dede Efendi’yi, Adnan Saygun’u keşfettim. Ünlü
sanatçılarla tanıştım. Burada Sibel
Köse’yi özellikle anmak isterim. Kendi ülkesinde tanındığından çok daha iyi
tanınıyor yurt dışında. Aynı şeyi Kamil
Erdem, Önder Focan, İlhan Erşahin, Tuna Ötenel, Aydın Esen
ve yenilerden Meltem Ege için de söyleyebilirim.
Uzun
yıllar süren bu deneyimle, Ankara’da cazın durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Geçmiş yıllar müzik açısından daha ümit
vericiydi diyebilirim. Kariyer ve paradan çok müziğin kendisine değer veren
açık fikirli insanlar vardı. Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın’ın
katkıları önemlidir. Birçok projemize destek verdi. Caz müziğini destekleyen
yönetimler sayesinde 1993’te Polonya-Türkiye Caz Oluşumu’nu hayata geçirmiştik.
Birçok kentte iyi konserler verebilmiştik. Şimdi Bilkent’te müzik fakültesinde
çalışmaya devam ediyorum ama ne yazık ki caz bölümü artık yok. Eğitim sistemindeki aksaklıkların yanı sıra, alanda
özellikle caz eğitmenliği konusunda yapılması gereken şeyler var. Birçok
değerli müzisyen öğretmeyi bilmiyor, bilenler istihdam edilmiyor. Yine de öyle
yetenekli gençler var ki, caz aşkına tüm bu talihsizlikleri aşabiliyor.
Biraz da
projelerinizi anlatabilir misiniz?
Bilkent’te tam zamanlı çalışmanın yanı sıra
aktif bir müzisyen olduğumu söyleyebilirim. "Young@Hearts",
adlı bir grubumuz var. Düzenli olarak Kamil
Erdem, Önder Focan, Yahya Dai, Cem Aksel ve Ferit Odman,
Sibel Köse, Sarp Maden gibi konuk sanatçılarla çalıyoruz. Ankara’da Murat
Ulus ve Cem Aksel’le Ruhi Bey’de
bir triomuz var. muhteşem şarkıcı Meltem
Ege bizimle söylüyor. aynı trio Samm's
Bistro’da ise her Cuma farklı vokalistlerle çalıyor...
FOTOĞRAF: TAŞDEMİR AŞAN
YOUNG@HEARTS GRUBU (soldan sağa): Önder
Focan, Cem Aksel, Kamil Erdem Yahya Dai ve Janusz Szprot
Cumhuriyet Ankara 04 Nisan 2012
27 Mart 2012 Salı
SESLİ DEFTER: Selva Erdener: "Birilerinin söylemesi Lazım!"
SESLİ DEFTER
Sevgican YAĞCI AKSEL
sevgicanyagci@gmail.com
Cumhuriyet Ankara s. 2
27 Mart 2012
Opera sanatçısı Selva Erdener, çok iyi bestecilerimizin olduğunu söylüyor...
‘Birilerinin söylemesi lazım!’
Ankaralı Opera Sanatçısı Selva Erdener, yurtdışında da başarılarıyla anılan bir soprano. Operanın yanı sıra kendi topraklarının müziğine de büyük emek veriyor. Şu sıralar “Medea” oyunu nedeniyle çoğunlukla yurtdışında bulunan Erdener’le müziğe bakışı ve yeni albümü “Düşlerimin Toprağı” üzerine söyleştik:
Medea’dan başlayalım... Bu oyun için neden Türkiye’den bir soprano seçildi?
“Medea”nın dünya prömiyeri geçen yıl yapıldı. Bu yıl Belçika ve Hollanda’da temsiller veriyoruz. Doğulu özellikler taşıdığım için, Türk müziğinin komolarını, gırtlağını, özel namelerini duymak istedikleri için seçildim.
Bu deneyiminize dayanarak soruyorum, Türkiye’de opera sanatı Batı ülkeleriyle kıyaslandığında ne durumda?
Dünyadaki örneklerinden oldukça farklı. Bilet fiyatları bile yaklaşımı ortaya koyuyor. Bizde çok iyi sanatçılar var, potansiyelimiz yüksek ama sahne olanaklarımız, teknik olanaklarımız zayıf. Bütün dünyada opera devlet desteğiyle gelişen bir sanat dalıdır. Türkiye’de de devlet desteğinin yanı sıra özel sektörün de desteğine gereksinim var.
Operanın programlarına bakınca kendi bestecilerimizin eserlerini de fazla göremiyoruz, niçin?
Bunun yanıtı aslında bestecilerde saklı. Opera yazmak demek en az iki yıl çalışmak demek. Operanın çok bileşeni vardır, her besteci opera yazamaz. Besteciye kendisini teşvik edecek bir ortam sunulmalı ki senelerini bu işe verebilsin. Dünya sahnelerinde yüzyıllardır sahnelenen büyük eserler ancak ciddi desteklerle hayat bulabilmiştir. Bizde bestecilerin kendi kendine yazdıkları operalar bile oynanmıyor. Kırılmış hevesler, harcanan emek ve zaman nasıl telafi edilebilir?
“Sen Sen Sen” ve yeni albümünüz “Düşlerimin Toprağı”nda kendi müziğimize yönelmeniz, bunlara güzel bir yanıt sanki...
Aslında kendi müziğimize albüm sürecinde yönelmiş değilim. Müziğimizden hiç kopmadım. Bu aileden geliyor. Kulaklarımda olan müzikle, eğitimini aldığım Batı müziği arasındaki farklılığın çok özel bir kazanç olduğunu biliyorum. Çocukluğumda kulaklarıma yerleşen o büyü, o güzellik konservatuvara girdikten sonra da yaşasın istedim.
“Sen Sen Sen” böyle gerçekleşti sanki...
“Sen Sen Sen” geçmişin bir imzası oldu diyebilirim. Şanson, napoliten, lied diyorlar, bizim de türkülerimiz, şarkılarımız var. Çok iyi bestecilerimiz var. Birilerinin bu besteleri söylemesi lazım. Besteler yazıldıklarıyla kalmamalı, kaydedilmeli! Bu düşünceyle “Düşlerimin Toprağı”nda bizim bestecilerimizden eserler seçtik.
Düşlerimin Toprağı'nda İbrahim Yazıcı piyano çalmış, siz söylemişsiniz. Bu sadelik de albümün öne çıkan özelliklerinden. Albümde yer verdiğiniz besteciler ve diğer emeği geçenler kimler?
Eserler piyano-ses için yazıldı, uyarlandı. Başka enstrümanlara zenginleştirmeye kalkışmadık. İbrahim Yazıcı, Muammer Sun, Yalçın Tura, Babür Tongur, Cem İdiz, Turgay Erdener, Selman Ada, Gökhan Somel, Hasan Uçarsu bestelerini çalıp söyledik. İbrahim Yazıcı piyano çalmanın dışında da her şeye çok emek verdi. Turgay Erdener hep yanımdaydı. Erkin Onay kayıtlarımızı yaptı, Mezzosoprano Ferda Yetişer yorumuyla katkıda bulundu. Kalan Müzik projeye sahip çıktı.
“Ada Sahilleri”ni özellikle seçmişsiniz değil mi?
Evet söylemek istedim. Bu şarkıyı çocukken kuzenlerimle beraber çok söylerdik. Annem de çok severdi. Bazen bazı şarkılara aşk duyuyorsun. Şarkının 1918 yorumlarını dinledim. Yunanca, Bulgarca Arapça, Osmanlı topraklarında söylendiği dillerde. Bir özgürlük şarkısı olduğunu öğrendim.
Fasıllardan bildiğimiz o neşeli halden oldukça farklı yorumlamışsınız...
Ben her zaman şarkıyı bana hissettirdiği gibi söylerim. Çok hüzünlü. Gidip de gelmeyen bir sevgiliyi anlatıyor. Ama bizim topraklarda hüzün neşeyle aşılır. “Acıyı bal eyleriz.” Şarkının neşeli halini de yadırgamamalı. Neşet Ertaş’ın “Vay Vay Dünya”sının sözlerine bak, bir de çalınışına bak!
Ne güzel bir saptama! Son olarak yeni projelerinizi sorsam?
20 Mayıs 2012’de, saat 20.00’de, “Selva Erdener&Turkuvaz Quartet” olarak Devlet Resim Heykel Müzesi Operet Sahnesi’nde konser vereceğiz. Bir aksilik olmazsa haziran sonu da yeni albüm için kayda gireceğiz. Yurtdışında Türkiye’den bir soprano olarak en büyük hedeflerimden biri şarkılarımızı oralarda da dinletmek, müziğimizi tanıtmak...
Fotoğraf: Onur ÖZMEN
19 Mart 2012 Pazartesi
SESLİ DEFTER: Murat Ulus: 2 gün caz, Ankara’ya az!
SESLİ DEFTER Sevgican YAĞCI AKSEL sevgicanyagci@gmail.com Murat Ulus Ankara’da müziğin tarihini yazanlardan. Cazcı, basçı. Çok da güzel şarkı söylediğinden lakabı Ankaralı Frank Sinatra! Kendisiyle Ankara’da cazın altın yıllarını, caz müzisyeni olmanın giderek zorlaşan koşullarını konuştuk: * 1960’larda Deneme Lisesi’nde öğrenciyken müziğe merak salmışsınız, nasıl başladınız gitar çalmaya? O yıllarda Animals, Rolling Stones, Shadows, Paul Anka derken 1964’te bir İspanyol gitar aldım kendime. Mahallede duvarın üzerine oturup kızları tavlamak için yalan yanlış akorlar basarak çalmaya başladık. O zaman yalnızca radyo vardı, hemen her şeyi Müzik Pınarı’ndan öğrenirdik. Derken 45’likler, uzunçalarlar çıktı, filmler geldi. Shadows’u, Elvis Presley’i izlemeye başladık. Enstrüman filan yok, elektrikli amfi çok az, İspanyol gitara manyetik takardık. Lambalı AGA radyosunun arkasındaki fono çıkışa kablo bağlayıp gitar sesi çıkarmaya çalışırdık. * Teknik olanakların azlığı, bu işlere verilen emeğe daha ayrı bir değer katmış sanki... Övünmüyorum o halimizle ama evet çok emek verirdik. O yüzden değerini de biliyorduk. 1969 senesinde Hurşit Yenigün’le birlikte Aristokrat 4 Orkestrası’nı kurduğumuz yılları hatırlıyorum. Beatles’a bakardık, ne giymişlerse aynısını diktirirdik. Amerikan Pazarı’nda Avni ağabeyimizle özel çizme yaptırdık yıllarca. Yeni çıkan parçaları hemen çalmak isterdik. Örneğin “Sevgili Öğretmenim” filminde, Lulu’nun söylediği “To Sir, With Love”ı sinemada teybe kaydedip notalarını çıkarıp çaldığımızda dinleyenler hüngür hüngür ağlamıştı. Yokluklar içinde çok değerliydi sahip olduklarımız ve verdiğimiz emek. * Kontrbasa ve caza geçişiniz nasıl oldu? Yıllarca basgitar çaldım. Kontrbası son 25 yıldır çalıyorum. Cazla tanışmam 1970-1971 yılında Metin Gürel orkestrasında oldu. O caz için bir ekoldür. Tuna Ötenel’in de hocasıdır. Birçok ünlü cazcı onun okulunda yetişmiştir. 1975’ten sonra Emin Fındıkoğlu orkestrasıyla Norveç’e gittim. Çok iyi bir orkestraydı. Rahmetli Nükhet Aruca, Neşet Ruacan, Fatih Erkoç, Cankut Özgül’le beraber çalıştık, sonrasında Turan Eteke orkestrasıyla piyanist Aşkın Arsunan, şarkıcı Tayfun’la birlikte İsveç’te çaldık. * Ankara’nın caz ortamı nasıldı bu dönemlerde? O dönem Ankara’ya cazı tanıtan Erol Pekcan’dır. Çok iyi müzisyenlerle eski Ankara Oteli’nde 10-15 yıl çalıştılar. Orhan Sezener de Hava Kuvvetleri Bando grubuyla bir caz orkestrası kurup birçok konser verdi. * O yıllarda cazdan para da kazanılıyormuş demek! Elbette! 1976’da Murat 124’ümü 30 bin TL’ye ayda 2.140 TL taksitle almıştım. Bir depo benzin 20 TL’ydi. İsveç’ten döndüğümde gecede iki işte çalıp 340 TL alıyordum. Haftanın hemen her günü iş yapardık. Ama 1980 darbesi, her şey gibi müziği de vurdu, uzak durduğum malum müzik türleri doğdu. 1986’dan sonra Tuna Ötenel’le çalışmaya başladım. Cazla ilgili bildiklerim Tuna’dan edindiğim kazanımlardır. O sırada davulu Tamer Sağlam çalıyordu. Vefatından sonra İsviçre’den Melih Çetiner geldi, sonra Sibel Köse eklendi. Sibel ODTÜ’de öğrenciydi. Mimarlar Derneği’nde haftada 4 gün filan çalıyorduk. Ankara’nın ilk caz kulübü açıldığı zaman İsveç’ten tromboncu Elvan Aracı’yı getirmiştik uçakla. Demek ki iyi para kazanıyormuşuz. 1990’lı yıllarda hâlâ İstanbullu müzisyenler Ankara’da çalabiliyordu. * Şu anda durum nasıl? Her anlamda cazın en kötü yılları 2000’li yıllar bence. Şu anda özveriyle dışarıdan müzisyen çağıran tek mekân Samm’s Otel Bistro. Her cuma başka bir solistle çalıyoruz. Perşembe geceleri de Ruhi Bey’de piyanoda Janusz Szprot, davulda Cem Aksel, kontrbasta ben ve vokalde Meltem Ege sahne alıyoruz. Gördüğünüz gibi koca Ankara’da sadece 2 gece caz çalınıyor. * Bu gerilemenin nedeni nedir? Bu bir kültür politikasının sonucu. Toplumda ne görülmek isteniyorsa ona destek verilir. Şimdiki Altınpark’ın yerinde 1960’larda golf kulübü vardı. Dünyayı takip eden bir nesil vardı. Müzik zevkleri, yaşam zevkleri de ona göreydi. Artık başkentte de yalnızca yeni kültürün yoz müzikleri dinleniyor. TRT’de caz yayınları kaldırılıyor “Ülkede caz dinlenmiyor” diye. El insaf! * Yayınlamadıkları bir müziğin dinlenmediğini saptamaları ilginç. Bu gidişin değişmesi için kimler elini taşın altına koymalı? Devletin caz eğitimine desteği gerekli. Müthiş gençler yetişiyor onlara burs sağlanabilir. Festivaller deseniz yerli müzisyenlere “Sponsorunuz var mı?” diye soruyorlar. Belediyelerden caz müziğine de sahip çıkmalarını rica ediyoruz. |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)