5 Mayıs 2017 Cuma

HIDIRELLEZ SAYIKLAMALARI



Hıdırellez
Güle yürüdüm. Çok yağmur yağdı akşam, toprak çamur kokuyor. Çamur, toprak kokusunun yoğun hali. Baygın baygın kokuyor. Kaygan, serin, içindekileri gizleyen bir koku bu. Karanlık. Anlamak için koklamak lazım. Avuçluyorum, avcumun içinde dalgalanıyor.  Avcumun içine sığsa, orada hapsedebilsem onu. Burnuma götürmeye korkuyorum. Parmaklarımın arasındaki kayganlığın ne olduğunu bilemiyorum. Bir salyangozdur belki. Yok, değil. Öyle olsa kabuğunu hissederdim, solucan olma ihtimali daha yüksek. İçim ürperiyor. Salyangozu severken solucandan neden korkuyorum; evi yok diye mi? Yuvasızlığından mı huylanıyorum? Hızından da olabilir. İz bırakmayı sevmemesinden. Parçaladığında çoğalabilmesinden? Her neyse.  Neyi avuçladım ben? Birinin dileği bu belki? Birinin mahremi. Utana utana yazdığı. Dilerken utandığı. 
 


Bazı insanlar dilemekten utanacak kadar suçludur. Ontolojik suçlarla doğar, büyür ölürler.
Gecenin bu saatinde ontolojik suçlarımdan aldığım cesaretle avcumdakini ağzıma götürüyorum. Kokusu yok hâlâ.  Cansız bir tat bu. Tırnaklarımın arasına dolan bu tortu,  belki de binanın bahçeciğinde altmış beş yıldır birikmiş her duygudan bir parça taşıyor.
Mektup yazmak istiyorum. Alıcısı belli değil. Zihnim tanıdık bir alıcı bulmaya çalışıyor. En azından bir adresi olsun, gönderebileyim. Gönderilmemiş mektuplar insanın canını acıtıyor.  Adresi belli olmayanlara yazılan mektuplar kadar sahibi belli olmayan adresler de hüzün veriyor gecenin bu saatinde. Bir sürü keşke. Yazıldığı için suçluluk duygusuyla cezalandırılmış satırlara, suç ortağı şarkılara saklanmış, gözüne kaçmış ve sulanmasına neden olmuş bir sürü keşke. 

Keşkelerin geçmişte varolabilen canlılar olduğunu sanıyorsan (her kimsen) yanılıyorsun. Keşkelerin üremesi için en elverişli mevsim şimdiki zamandır. Bitimsiz eylem çekimiyle gecenin karanlığına gözünü dikip umutsuzlukla bir güzel beslemelisin onları. Keşkeler narindir ancak hakikatli bir korkak olmayı becerebilirsen, anılar saç diplerini yakacak kadar tenine yapışıksa kolayca çoğalırlar.  Bir bakmışsın, gülün her bir dalında onlarca keşke.

Dallara eğilip dileklere bakıyorum. Kimi usulca gömülmüş, kimi cüretkâr, sere serpe dalgalanıyor; kendi halinde, irili ufaklı dilekler. Kimi açmış, kimi tomurcuk. Solanlar da var içlerinde. Zamanlama hatasına kurban olanlar. Başkalarının seçimlerinde kaybolanlar.. 

Bütün bu dilekleri biliyorum. Hepsi aynı.Farklı sahiplerin köleleri.  Dilek dediğin keşkenin gelecek zamanı. Büyümüş, serpilmiş hali. "Keşke" diyorum. "Keşke". Pişmanlık değil, keşke. Yaşarken orada olamadığımız her an, gül dalından sarkan koca bir “keşke” …
Keşke diyorum (şu anda) bırakmasaydım. Elini, sigarayı, inanmayı, kolesterol ilacımı, keşke daha çok baksaydım, parmaklarına, burnuna, siyah beyaz bakışlarına. Gözlerini bilmiyorum. Bir kokun var mıydı? Düşler nasıl kokar hatırlamıyorum. Keşkeleri unutmak ne güzel olurdu. Dilememek. Kâbus hatırlamakla başlıyor.

Bu arada dışarıda yağmur Hâlâ Yağıyor. Toprak değil, çamur kokuyor. Kıvam kokuyor; serin serin. Keşke sağanağı



Şimdi ben bunları niye yazdım? Bilmiyorum ama yazmasam çıldıracaktım. Sen (her kimsen) iyi ki varsın. Dileklerin gülün dalında, bize emanet. Gülün zamanlamasına, günün getireceklerinden daha çok inanırım bilirsin. Nereden bileceksin ki? Neyse en azından bilirmiş gibi yap olur mu? Çok fazla hatırlıyorum bu gece. Unutabileceğime inanmak istiyorum. Keşkelerin içindeki vazgeçmişliğin, umuda dönüşme ihtimaline inanmak istiyorum.  O yüzden dileklerimi, bozuk paralarımla birlikte (yarın uğur parası olarak anılacaklar) kardeşlerinin yanına iliştiriyorum.

Tören bitti. Keskin bir öksürük sesi duyuluyor. Sıradaki keşkeye yer vermem gerek. Mateminden bir an olsun kurtulup pişmanlıklarını geleceğe ipoteklemek için sabırsızlanıyor.  

Ne olur, başımı yastığa koyduğumda bana kendini hatırlatma. Toprağın kokusunu bırak duyayım. Bırak unutayım yahu. Seni tanımıyorum bile.

12 Haziran 2016 Pazar

Dudak Balonları

Balonlardan korkarım. Patlar. Söner. En iyi ihtimalle elinden kaçıp gider.

Çocukken aniden yoluna çıkar, gözlerin parlar.  Parasızlık çeken baban, o iştahlı bakışlarını görüp üzülmesin diye yüzünü çevirip yoluna devam edersin.

Doğumgününde sonsuza kadar seninle kalacağını sandığın bir balonun olur nihayet ama arkadaşlarından biri canı öyle istediğinden, onu patlatıverir. Seni üzdüğü için gözlerinde ağırladığı  hazzı ve kendi gözlerinden kaçıp giden gözyaşını  hatırlarsın.  Nefes almadığını bildiğin halde balonunun canını yaktıkları için ağlarsın. Onu senden koparttıkları, yok ettikleri için.  Bu, kayıpların insanı buluşlara yönelttiğine dair ilk dersindir, yerlere saçılan balon parçalarından minik dudak balonları yapmayı bu sayede keşfedersin.  Parçaların  bütünlerden küçük ama onlardan daha fazla ettiğini  öğrenirsin; ufak ufak, türlü türlü, daha fazla sevmeyi.  "Yadigar" sözcüğü hazinene eklenir. Balonundan arta kalan baloncukları kalem kutunda saklarsın. Kalem kutuları çocukların en değerli hazinesidir. Kokusunu sevip yarısını kemirdiğin silgi ile orada kucaklaşır dudak balonları, kokular birbirine bu sığınakta karışır.

Kocaman olmuşsundur, kalemkutun bile kalmamıştır hayatta,  miniminnacık bir çocuğun elinde, belli ki hiç oynamadığı, para kazanmak için tüketmeye can attığı  balonlar görürsün, için burkulur.  Senin cennetin olan çocukluk onun büyür büyümez kurtulacağını sandığı bir cehennemdir. Yüzünü çevirir, görmezden gelirsin kırmızı alevleri.

Yüreğin  gökyüzü gibidir. Balonları her zaman kendine çeker. Davetkârdır,vaatkârdır, parçalı bulutludur mavisi.  Ve balonlar şişirdiğin, söndürdüğün, patlattığın, ellerinden kaçıp giden sözcüklerindir. Sözcükler her mevsime, her zamana aittir. Balon görünce heyecanlanan ufaklık da, balon satan çocuk da,  balonunu patlatan acımasız çocukluk arkadaşın da, o çocuktan balon alacak parası olmayan baba da bu sözcüklerle, göğe seslenir. Sözcükler balonlar kadar kırılgan, onlar kadar sağlam ve plastiktir. Ama öğrenmişsindir, plastikler de balonlar gibi gerçektir.



1 Kasım 2012 Perşembe

SESLİ DEFTER/BÜLENT ORTAÇGİL: "DEVRİMİ İÇSELLEŞTİREMEDİK"

Bülent Ortaçgil:
Devrimi içselleştiremedik





Bülent Ortaçgil müzikte 40 yılı geride bıraktı. Bu süre boyunca Türkiyenin tarihi belki de defalarca baştan yazıldı. Ortaçgil tarihimize yalnızca tanıklık etmedi; müziğiyle orada kendisine kalıcı bir yer de açtı. Bülent Ortaçgille müzikten siyasete yaşam serüvenini ve bu serüvenin sahne arkası olarak da 89 yaşındaki Cumhuriyetimizi konuştuk.
  • Rotanız denize doğru ama biz hareket durağından, Ankaradan başlasak? Ankara benim için belli bir yaşa kadar son derece önemli. Orada doğdum, ilkokul 3e kadar Anafartalar İlkokulu’nda okudum. Çocukluğum Ulusta geçti. Üç katlı kâgir bir evde. O evdeki tahtaboş daha sonra Değirmenler'de kullanılmıştır. Dedem suyun öte tarafından gelmedir. Sanıyorum Balkan Savaşı sırasında yer değiştirme ile gelmiş ve bu ev tahsis edilmiş. Üst katta anneannemle dedem, orta katta biz, alt katta akrabalar, taşlıktaki müştemilatta dedemin kız kardeşi otururdu. Anlaşılan bir arada yaşamak aileyi koruma mekanizmasıydı.

  • Nasıl ayrıldınız Ankaradan? 9 yaşındayken, askeri tıp doktoru olan babamın görevi gereği ABDye gittik. 1 yıl sonra döndük. Dönüşün benim açımdan önemi Türkiyeye yapılan ilk jet seferiyle yolculuk etmekti. Giderken pervaneliyle 26 saat filan uçmuştuk. Uçak korkum ondandır. Sonra babam tayin oldu; İstanbullu olduk. Deniz giderek daha büyük bir keyif olmaya başladı. Son yıllarda hayatıma bir de Bozburun girdi.

  • Son albümünüz Sen de deniz temalı Evet her şey denizle özdeşleşiyor, deniz yoluyla anlatılıyor. Bozburun’da denizle iç içe yaşıyoruz. Nasıl tarif etsem sana; az elementli bir yaşantı, çok değişken yok, kocaman bir deniz var, çok büyük bir panoramadan ona bakıyorum. 15 kilometre öteyi görüyorum. Bozburunda hiçbir şey yapmam ama günün nasıl geçtiğini de bilmem.

  • Hiçbir şey yapmam derken ne çok şey birikmiş. Artık açıkça nasihatler bile veriyor Ortaçgil şarkıları... Nasihat verecek yaşa geldim; hayat birikimim oldu demek ki. Aslında insan yönlendiren, insan şekillendirmeyi becerebilen biri değilimdir.

  • Yönlendirme deyince müzik güçlü bir politika aracı olabiliyor. Müziğinizde politika nerede duruyor? Burası çok çözülmüş, çok berrak bir alan değil benim hayatımda. Apolitik insan olmaz. Sanatta da kafandaki dünyayı algılama özetine göre üretirsin. Ancak sanatın tamamen bir güncel politika eleştirisi ya da politik bir güç olarak kullanılması bana hiçbir zaman sevimli gelmemiştir. Bunu estetik olarak yüksek seviyede yapanlar elbette var. Ben söylemek istediklerimi kendi sözlerimle anlatmayı tercih ettim. Sosyal gerçekçiliğin dayatmalarına da inanmadım; doğru müzik tariflerine de, şartların gerektirdiği sanat lafına da. Müzikte devrimcilik notalarda aranmalı.

  • Yıllardır aynı ekiple çalıyorsunuz. Nasıl başardınız bunu? Çevrem mümkün olduğunca değişmesin isterim. Çocuklar benim arkadaşım, kardeşim ama haddinden fazla beraber olmayız. Bu başarıda benim payımı soruyorsan Türkiyedeki en demokrat insanlardan biri olmamdır.

  • Peki toplum olarak demokrasiyle aramız nasıl? Bence Türkiye bu işi çok içselleştiremedi. Devrimi yapanlar devrim öncesi koşullarda yetiştiler. İnsanlar, kendi içinde devrim yapmazsa, devrimin değiştirdiği dünyalar toplum tarafından benimsenmiyor. Geçenlerde Selahattin Duman Türkiyedeki okuma seviyesi için 1+1+1 demiş. Toplumda uçurum var. Olaylara aynı bakmak, Cumhuriyeti aynı biçimde anlamak, müziği aynı şekilde duymak mümkün değil.

  • 4+4+4 sizce bu uçuruma çare olabilir mi ?Türkiyede her şey intikam hesabına göre gerçekleştiriliyor. Bu formül de öyle. Önce siz yaptınız, şimdi biz yapacağız anlayışı keskin ve yıkıcı. Ama ayrıntılarıyla bilmiyorum. Şunu söylememe izin ver; Türkiyede herkes her işin uzmanı oldu. Ciddi bir dezenformasyon var. Herkes fikrini söylesin ama Uğur Mumcunun dediği gibi, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar” kanaat önderi olmasın. Her tepkinin karşı tepkisi de olur. Dini inancı kuvvetli olanlar taleplerinin karşılanmadığından yakındılar. Şimdi bir şekilde çoğunluktalar. Kürt hareketi de böyle. Başka dile, kültüre sahip insanları yok saymanın acısını çekiyoruz. Yine de şunu çok iyi anlamak lazım. Cumhuriyet kurulmasaydı bölünmüş, işgal edilmiş hayatlar yaşıyor olacaktık. İnsanı dünya seviyesinde düşünmeye, bilim yapmaya, estetik kurmaya taşıyan Cumhuriyettir ve insanlar bazı şeylerin değerini onu kaybedince anlar.



    Bülent Ortaçgil'in son albümü Sen'den, Sen Sorumlusun...
     


  • 10 Ağustos 2012 Cuma

    SESLİ DEFTER-REDD: "ORTAM BİZİ BİR YERE İTMEYE BAŞLADIĞI ZAMAN DİRENÇ GÖSTERİYORUZ"




    SESLİ DEFTER
    Sevgican YAĞCI AKSEL
    sevgicanyagci@gmail.com


    ‘Ortam bizi bir yere itmeye başladığı zaman direnç gösteriyoruz’

    Birkaç ay önce çıkardıkları yeni albümleri Hayat Kaçık Bir Uykudur ile müzikleri kadar cesur söylemleriyle de gündem yaratan Redd, Çankaya Kent Konseyi Gençlik Meclisi tarafından düzenlenen “Sokaklar Gençlerindir” etkinlikleri kapsamında Ankara’da konser verdi. Grup üyeleriyle müzik ve politika ilişkisi ve günümüz Türkiyesi’nde sanatçının sorumluluğu üzerine söyleştik.

    ·  Ankara’da çok seviliyorsunuz. Siz nasıl buldunuz Ankara’yı?
    Doğan Duru: Ankara dinleyicisini seviyoruz. Ankara çalmaktan keyif aldığımız yerlerden biri. Açık havada böyle bir konser vermek güzel oldu. Bizi tanıyan, tanımayan, tesadüfen yoldan geçerken arkadaşının çekiştirdiği insanlar bizi dinlemiş oldular. Biz de elimizden geldiğince düzgün çalmaya çalıştık.
    ·  Grup müziği kadar toplumsal duyarlığıyla da öne çıkıyor. Bu misyon nasıl oluştu?
    Doğan Duru: Aslında bir misyon fikriyle yola çıkmadık. Daha tepkisiz insanlar olabilirdik ama Türkiye o koşullara sahip değil. Sanatla uğraşan insanların biraz da duyarlılığı varsa tepki göstermeleri gerekli. Sanatta özgürlük, sanatçı için özgürlük çok önemli bir şey ve o zayıfladıkça biz de tepki gösteriyoruz. Grup ilk kurulduğunda oturup gündemi konuşmazdık ama şimdi gündem o kadar çetrefilli bir şekilde özgürlüğü kıskaca almış durumda ki, sadece müzik yaparken değil, kendi aramızda konuşurken bile reaksiyon göstermek zorunda kalıyoruz. Herkes korktuğu için de bize yüklenen bir misyon gibi gelişti bu süreç ama aslında biz bireyler olarak toplumsal hayatla ilişkimizi ketlemek isteyenlere tepki gösteriyoruz.
    Berke Hatipoğlu: Bir de insanların o misyonu yükleyecek birilerine ihtiyacı var. Kendileri gibi düşünenleri bulmak istiyorlar. Azınlık olmaya başladık gitgide çünkü. Her gün bizleri daha kenara itmeye çalışıyorlar. Belki de herkes birbirinden güç almaya çalışıyor.
    ·  Sanatla politikayı birbirinden ayrı tarif edenlere de bir güzel bir yanıt bu söyledikleriniz...
    Güneş Duru: Sanat düşünen insanların yaptığı bir şey. Düşünmenin kendisi politik bir eylem zaten. Bunu birbirinden ayırmak olmaz. Burası Kuzey Avrupa ülkesi olsaydı farklı şeyler konuşuyor olurduk belki.
    ·  Müzik serüveninize nasıl yansıdı Türkiye’de yaşananlar? Bir kırılma olarak mı?
    Güneş Duru: Kırılma diyemeyiz buna, bir süreç daha çok. İlk albümü yaptığımızda 2005 yılıydı, AKP’nin 1. dönemiydi, özgürlükleri beraberinde getirecek bir parti vaadiyle oradaydı. O zaman da sorunlar vardı ama şimdiki kadar değil. Odaklandığımız şey müzikti, albüm yapmaktı. 2006’da yine Türkiye resminde bir değişik yokken, daha soyut ve ironik bir kıpırdanma oldu. Sonrasında zaten askere gittik. 2007 senesinde askerden döndükten sonra 21’i yaptık. Orada işte AKP’nin 2. dönemi başladı ve parti, tabanını ve cemaati mutlu etmek için adımlar attı. O adımlar özgürlükleri törpüleyen şeylerdi. Biz de sessiz kalmadık. 3 yıl geçti aradan bu albümü yaptık, arkada da AKP’nin 3. dönemi var, hepimizin bildiği referandum süreci, “yetmez ama evet”ler… İşte bu süreçte sadece rövanş duygusu değil, bütün muhaliflere yönelen bir tutum ortaya çıktı. 
    ·  Siz korkmuyor musunuz muhaliflere yönelen bu tutumdan, müzik endüstrisinin sizi dışlamasından?
    Berke Hatipoğlu: 1996-97’de birlikte çalmaya başladık, enteresan bir şeye tanıklık ettik, canlı müzik yapan gruplar birbirine benzer bir hal alıp aynı repertuvarı çalmaya başladılar. Yalnız o repertuvarla iş bulur hale geldiniz.  Biz o dönemde kendimizi bu furyaya kaptırmamak için pazartesi-salı günleri, kimsenin çalmadığı şarkıları çalan bir grup olduk. Biraz dışına itildik evet. Bir bar grubu olarak popüler olmadık. Sonra iş DJ müziğine kayınca Taksim’e de küstük, 2-3 yıl bir yerde çalmadık. O zamanlar bir rock grubunun kendi şarkılarıyla albüm çıkarma olasılığı yüzde 20 filanken bu mümkün oldu ama. Hepimizin ortak kişisel özelliği sanırım, biraz inatçıyız. Ortam bizi bir yere itmeye başladığı zaman direnç gösteriyoruz. Aslında rock müziğinin doğasında protest bir yan vardır ama Türkiye’deki rock grupları genelde ticari kurumların tavrına daha ortaklar.
    ·  Albümleriniz internetten de dinleniyor. Tercih mi bu?
    İlke Hatipoğlu: O bizden bağımsız gelişiyor, yapımcı denen bir faktör var. Müziğinizin nasıl dağılacağını, dijital olarak nasıl satılacağını yapımcı ve sektör belirliyor. Plastik CD’nin ortadan kalkacağını söylüyorlar mesela. Yani pek sanatçının inisiyatifinde olmayan konular. Endüstrinin durumu karışık. Sponsorlar önemli faktörler. Onlar sayesinde konserler, albümler olabiliyor, klipler çekilebiliyor. Sanatçı hakları açısındansa meslek birliklerinin daha etkin olması gerekiyor ama kendi varlığından memnun olan insanlar, değişiklik yapmaktan da kaçınıyorlar. 


    Tadımlık REDD


    Cumhuriyet Ankara eki,  8 Ağustos 2012





    18 Temmuz 2012 Çarşamba

    SESLİ DEFTER: FATİH ERKOÇ: "Gençler caza daha yakın"

    SESLİ DEFTER

    Sevgican YAĞCI AKSEL



    sevgicanyagci@gmail.com


    ‘Gençler caza daha yakın’

    Besteci, yorumcu ve birçok enstrüman çalan Fatih Erkoç, özellikle trombonuyla caz müziğinde dünya çapında bir yeteneğe sahip olduğu bilinen bir müzisyen. Yeteneği, farklı müzik türlerindeki üretkenliği ve mütevazı kişiliği ile her kesimden dinleyicinin hayranlığını kazanan sanatçı, göz önünde olmaktan çok denizde teknesiyle özgürlüğü kovalamayı seviyor. Elli yıldır müzikle uğraşan Erkoç, son albümü Babamdan Mirasile Türk sanat müziği sevenlerin de beğenisini topladı. Albüm sanatçının yorumu kadar, seçtiği eserler, sazlar ve vokallerin yüksek performansıyla da dikkat çekiyor.





  • “Babamdan Miras” adıyla bile çok şey anlatıyor. Babanız Udi Hasan Erkoça ithaf etmişsiniz... Babanızdan ve o günlerden söz eder misiniz, neler çalınırdı evde?
    Babam Hasan Erkoç bir ud sanatçısı idi. Evde onun birçok taş plağı vardı. Hepsi de Türk sanat mûsikîsinin (TSM) harikulade eserlerini içeren taş plaklar. Ben o plakları dinleyerek ve babamın bana 3-4 yaşlarımdayken hediye ettiği kemanla onları taklit ederek büyüdüm. İlkokuldan sonra İstanbul Belediye Konservatuvarı’na girene dek böyle devam etti. Tabii ki kemanı biraz ilerlettikten sonra babamla birlikte bazı eserleri çalardık. Evde bu sözünü ettiğim taş plaklardan ve benim gıygıyımdan başka bir de dayım Sami Kesim’in arada bize ziyarete geldiğinde söylediği eski TSM eserleri dinlenirdi. Bazen de babamın talebeleri ile yaptığı dersler...


  • Doğan Hızlan yorumculuğunuz için seneler önce “Hançeresinde Türk müziğinin lezzetini taşıyor” diye yazmıştı. Etkileyici bir ifade...
    Öncelikle, çok saygıdeğer Doğan Hızlan beyefendiye bir kez daha teşekkürü bir borç bilirim. Ben, hangi tarz müzik yorumlanacaksa, o tarzın gerektirdiği duyguyu karşıya yansıtmanın gerektiğine inanırım. TSM’de de öyle. Ancak bazı pop şarkıcıları bu eserleri pop gibi yorumluyorlar. Bu müzikler bizim öz müziklerimiz, bunların gelecek kuşaklara doğru bir şekilde aktarılması gerekir. Babamdan Miras’ın zamanlaması biraz geç oldu ama sonunda oldu ya, olsun ben mutluyum.


  • Albümü hazırlarken nelere özendiniz? İyi bir TSM albümünü kaliteli kılan nedir?
    Öncelikle gerekli olan şey, tüm albümlerde dinleyicinin bir içtenlik bulmasıdır. Bu albümün makamsal olarak bir bütünlüğe sahip olmasına özen gösterdim. Bir de saz arkadaşlarımın TSM’yi en doğru icra eden müzisyenlerden olmasına elbette... Ayrıca, eserlerin notalarının en doğru olanlarını bulup, onların doğruluklarını onayladıktan sonra kayıtlara başladım. İyi bir TSM albümünü kaliteli kılan şey, abartıya kaçmadan, eserlerin doğru bir şekilde yorumlanması ve kayıt edilmesidir kanımca.


  • Pop müzikteki başarınıza rağmen en sevdiğiniz müzik türü olarak tanımladığınız cazdan hiç vazgeçmediniz. Nedir bu cazın cazibesi?
    Caz bir insanı en özgür kılan müzik türüdür. Başka hiçbir müzikte, caz müziğinde var olan doğaçlama yoktur. Halk için anlaşılması pek kolay olmayan bir sanat dalı olduğundan, diğer bazı basit müzikler kadar revaçta değil caz. Ancak, klasik Batı müziğinde olduğu gibi, caz da insanların niteliklerini geliştirebilecek olan bir müziktir. Bence bütün müzisyenler caz çalabilmelidirler... Umarım bir gün bu hayalim gerçek olur.

  • Eskiden gençler caz müziğine daha yakınmış sanki. Doğru mu?
    Ben öyle düşünmüyorum... Bugünkü gençler, eskisinden daha yakınlar caz. Çok iyi çalan birçok genç caz müzisyeni var şimdi. Bütün dünya avuçlarında. Her iyi müzisyeni dinleyebiliyorlar ve iyi cazcı oluyorlar. Ancak cazı bilmeyenlere sevdirmek gerekir. Yakında Bursa’da bir müzik okulu açacağım, kısmetse eylülde, bu okuldaki öğrencilere, cazın önemini anlatıp, onların da caz çalabilen müzisyenler olmalarını sağlamaya çalışacağım.


  • Türk müziğiyle cazı harmanlamak Nasıl bakıyorsunuz bu tür denemelere?
    Tabii ki ikisi farklı şeyler. Hem otantik olarak kalmalılar, hem de sözünü ettiğiniz denemeler olmalı. Örneğin benim de öyle bir projem var. Ud ile çalmayı planladığım bestelerim var. İçinde caz nosyonlarının da olduğu, doğaçlamaya ve virtüözlüğe yönelik bir çalışma.


  • Bir denizsevere zor soru: Fatih Erkoç Ankarayı nasıl bilir?
    Ankara’nın benim yaşamımdaki yeri çok önemlidir. Gerçek caz çalmaya Ankara’da askerliğimi yaparken, rahmetli Erol Pekcan, rahmetli Kudret Öztoprak, Nejat Cendeli ve sevgili Tuna Ötenel ile başladım. Onlar benim öğretmenlerimdir. O zamanlar (1973-75) Ankara çok sanatsal bir şehirdi. Hem askerlik, hem para kazanmak ve hem de caz çalıp söylemek... Bir müzisyen daha ne ister? Ama bir de şu gerçek vardır malesef: Ankaranın nesi güzeldir?sorusuna yanıt olarak İstanbula geri dönüşüderler. Yanlış, İstanbul yerine Bodrum olabilir.

  • 18 Temmuz 2012
    Cumhuriyet Ankara eki

    28 Haziran 2012 Perşembe

    SESLİ DEFTER: ÇİĞDEM ERKEN

    “Ankara bana müzisyen kimliğimi armağan etti”
    Çiğdem Erken, Ankara Devlet Konservatuvarı ve B.Ü. Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesinde eğitim gördü, dersler verdi. Mesleğine İstanbul’da devam ediyor. Uzun yıllardır tiyatro müziği ile ilgilenen piyanist ve besteci, Geçen yıl ilk albümü Kız Kafası’nı çıkardı. Sonrasında “Türkiye’nin kadın ozanı” olarak anılmaya başlayan Çiğdem Erken devam niteliğinde olan 2. albümünü sonbaharda Ada Müzik’ten yayınlamaya hazırlanıyor.  
    Kız Kafası’nın başarısını neye bağlıyorsunuz? Bu albümün olmazsa olmazları nelerdi?
    Kız Kafası uzun zamandır kafamda tasarladığım bir albümdü. Hayata geçirme aşamasında karşılaştığım zorluklar albüme olumlu anlamda bir katkı sağladı sanki. Şarkılar piştikçe pişti. Hoşuma gitmeyen her türlü kaydı çöpe attım. Yeniden yapmaktan çekinmedim. Yine de eğer bir başarıdan söz ediyorsak, bence o şarkılarımın kalp ve damar sistemine olan yakınlığından olabilir. Hayatı hiç korkmadan dibine kadar yaşamaya meyilli bir insanım. Hayatın diğer alanlarında olduğu gibi aşkta da komut almayı sevmem. Birini çok seversem onun ne hissettiğine çok takılmadan kendi içimde başka bir dünya kurarım. Bütün bu hissettiklerimi çekinmeden yazdım. Herkesin hayatından geçen hikâyeleri ben re minör bir eda ile sundum. Benim için aşk şarkıları ile dolu bir albümün yegâne olmazsa olmazları, hissiyatı ve dramaturjik yapısı sağlam sözleri ve zihinde özgün bir etki yaratabilen tınılarıdır. Realizasyon aşamasında iyi kayıt, iyi müzisyenler olması da çok önemli tabii ki ama benim için önce şarkı gelir.
    Albümdeki şarkılar önce sosyal medyada yayınlandı ve binlerce kez dinlendi. Teknoloji müzik sektörünü nasıl dönüştürüyor sizce?
    Albüm öncesi sosyal medyada yakaladığım başarı olmasaydı belki akademik yaşantımın çetrefil yolları arasında bu şarkıları yavaş yavaş unutabilir, paylaşma enerjimi yitirebilirdim. Tesadüfen açtığım bir myspace hesabı sayesinde şarkılar büyük talep görmeye ve elden ele yayılmaya başladı. Bende bu kadar yayılacaksa bari iyi kayıtlar yayılsın dedim ve yola çıktım. İnternet bir yandan büyük bir şans hem dinleyenlerin bize, hem de bizlerin onlara ulaşması açısından. Ama öte yandan müzisyenin gerçek yaşam alanı olan sahne performanslarını ve albüm satışlarını olumsuz etkiliyor. Konu sadece maddiyat ile de ilgili değil. Özene bezene hazırladığım o albümü beni dinleyen insanların elinde tutması, kütüphanelerinde bana da bir yer açması beni çok mutlu ediyor. İnternette yüz binlere ulaştım. Ama kanlı canlı durumları hayatın her alanında tercih ederim.
    Türkiye’de tiyatro müziğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu müziklerin de albümlerini dinleyemez miyiz?
    Tiyatro benim evim. Orada çok mutluyum ama yokluk içindeyiz sanki. Bugünlerde tiyatronun özellikle devlet eli ile gördüğü baskı yüzünden kendimi dışlanmış ve moralsiz hissediyorum. Çok takdir gördüğümüz söylenemez, para zaten yok bu meslekte. Yine de tiyatro müziği son yıllarda ülkemizde gelişme içinde. Yine de film ya da dizi müziği benzeri bir rant yakalaması kolay değil. Dünyadaki örneklere baktığınız zaman da soundtrack piyasası ve müzikallerin kayıtlarının paylaşıma sunulması arasında büyük bir fark görebilirsiniz.
    Sizin böyle bir projeniz var mı?
    Kendi adıma önümüzdeki yıllarda tiyatro müziklerimi bir albümde toplama planım var ama paylaşım beklentisi yüksek düzeyde olmayacaktır. Cep telefonunun Kral Lear için yazdığım bir ağıtla çalmasını anlamlı bulacak çok insan olduğunu sanmıyorum. Artık satışların çoğu yüzyılın icadı cep telefonu için sanırım.
    Herkes sizi “kadın ozan” olarak nitelendiriyor. Bu tanım edebiyatla sıkı ilişkiyi de akla getiriyor.
    Özellikle romantik Türk şiirinden ve Anadolu âşıklarının dilinden çok etkilendiğimi söylemeliyim. Çocuk yaştan beri Ümit Yaşar ile başlayan ve Metin Altıok’a kadar uzanan şiir okuma alışkanlığım en azından kendi yazdıklarımı anlamlandırabilmem adına bana çok şey kattı. Ayrıca Shakespeare’in şiirsel anlatımları ve Brecht’in korkusuz ve bir o kadar gerçekçi dili, müzik cephesinden ise Bach, Schumann, Chopin ve Brahms’ın yaklaşımları çok önemlidir hayatımda. Bu “Kadın Ozan” nitelendirmesi de hayatımda aldığım en büyük iltifattır bu arada. Şarkılarımla ozanlara selam çakıyorum.
    Son olarak size “Çiğdem Erken’in Ankarası”nı sorsam?
    Ankara bana müzisyen kimliğimi armağan etti. Orada unutulmaz öğrencilik anılarım, ilk gençliğim var. Tiyatroya orada başladım. Ustam Yücel Erten ile Ankara’da tanıştım. Hayat orada başladı bir nevi. Ben Ankara’ya İstanbul’dan değil 40 yaşımdan bakıyorum. Yeri gönlümde her daim baki kalacaktır.


    Çiğdem Erken'den Laleler....

    Cumhuriyet Ankara, 28 Haziran 2012 (oynanmış versiyon)