27 Mart 2012 Salı
SESLİ DEFTER: Selva Erdener: "Birilerinin söylemesi Lazım!"
SESLİ DEFTER
Sevgican YAĞCI AKSEL
sevgicanyagci@gmail.com
Cumhuriyet Ankara s. 2
27 Mart 2012
Opera sanatçısı Selva Erdener, çok iyi bestecilerimizin olduğunu söylüyor...
‘Birilerinin söylemesi lazım!’
Ankaralı Opera Sanatçısı Selva Erdener, yurtdışında da başarılarıyla anılan bir soprano. Operanın yanı sıra kendi topraklarının müziğine de büyük emek veriyor. Şu sıralar “Medea” oyunu nedeniyle çoğunlukla yurtdışında bulunan Erdener’le müziğe bakışı ve yeni albümü “Düşlerimin Toprağı” üzerine söyleştik:
Medea’dan başlayalım... Bu oyun için neden Türkiye’den bir soprano seçildi?
“Medea”nın dünya prömiyeri geçen yıl yapıldı. Bu yıl Belçika ve Hollanda’da temsiller veriyoruz. Doğulu özellikler taşıdığım için, Türk müziğinin komolarını, gırtlağını, özel namelerini duymak istedikleri için seçildim.
Bu deneyiminize dayanarak soruyorum, Türkiye’de opera sanatı Batı ülkeleriyle kıyaslandığında ne durumda?
Dünyadaki örneklerinden oldukça farklı. Bilet fiyatları bile yaklaşımı ortaya koyuyor. Bizde çok iyi sanatçılar var, potansiyelimiz yüksek ama sahne olanaklarımız, teknik olanaklarımız zayıf. Bütün dünyada opera devlet desteğiyle gelişen bir sanat dalıdır. Türkiye’de de devlet desteğinin yanı sıra özel sektörün de desteğine gereksinim var.
Operanın programlarına bakınca kendi bestecilerimizin eserlerini de fazla göremiyoruz, niçin?
Bunun yanıtı aslında bestecilerde saklı. Opera yazmak demek en az iki yıl çalışmak demek. Operanın çok bileşeni vardır, her besteci opera yazamaz. Besteciye kendisini teşvik edecek bir ortam sunulmalı ki senelerini bu işe verebilsin. Dünya sahnelerinde yüzyıllardır sahnelenen büyük eserler ancak ciddi desteklerle hayat bulabilmiştir. Bizde bestecilerin kendi kendine yazdıkları operalar bile oynanmıyor. Kırılmış hevesler, harcanan emek ve zaman nasıl telafi edilebilir?
“Sen Sen Sen” ve yeni albümünüz “Düşlerimin Toprağı”nda kendi müziğimize yönelmeniz, bunlara güzel bir yanıt sanki...
Aslında kendi müziğimize albüm sürecinde yönelmiş değilim. Müziğimizden hiç kopmadım. Bu aileden geliyor. Kulaklarımda olan müzikle, eğitimini aldığım Batı müziği arasındaki farklılığın çok özel bir kazanç olduğunu biliyorum. Çocukluğumda kulaklarıma yerleşen o büyü, o güzellik konservatuvara girdikten sonra da yaşasın istedim.
“Sen Sen Sen” böyle gerçekleşti sanki...
“Sen Sen Sen” geçmişin bir imzası oldu diyebilirim. Şanson, napoliten, lied diyorlar, bizim de türkülerimiz, şarkılarımız var. Çok iyi bestecilerimiz var. Birilerinin bu besteleri söylemesi lazım. Besteler yazıldıklarıyla kalmamalı, kaydedilmeli! Bu düşünceyle “Düşlerimin Toprağı”nda bizim bestecilerimizden eserler seçtik.
Düşlerimin Toprağı'nda İbrahim Yazıcı piyano çalmış, siz söylemişsiniz. Bu sadelik de albümün öne çıkan özelliklerinden. Albümde yer verdiğiniz besteciler ve diğer emeği geçenler kimler?
Eserler piyano-ses için yazıldı, uyarlandı. Başka enstrümanlara zenginleştirmeye kalkışmadık. İbrahim Yazıcı, Muammer Sun, Yalçın Tura, Babür Tongur, Cem İdiz, Turgay Erdener, Selman Ada, Gökhan Somel, Hasan Uçarsu bestelerini çalıp söyledik. İbrahim Yazıcı piyano çalmanın dışında da her şeye çok emek verdi. Turgay Erdener hep yanımdaydı. Erkin Onay kayıtlarımızı yaptı, Mezzosoprano Ferda Yetişer yorumuyla katkıda bulundu. Kalan Müzik projeye sahip çıktı.
“Ada Sahilleri”ni özellikle seçmişsiniz değil mi?
Evet söylemek istedim. Bu şarkıyı çocukken kuzenlerimle beraber çok söylerdik. Annem de çok severdi. Bazen bazı şarkılara aşk duyuyorsun. Şarkının 1918 yorumlarını dinledim. Yunanca, Bulgarca Arapça, Osmanlı topraklarında söylendiği dillerde. Bir özgürlük şarkısı olduğunu öğrendim.
Fasıllardan bildiğimiz o neşeli halden oldukça farklı yorumlamışsınız...
Ben her zaman şarkıyı bana hissettirdiği gibi söylerim. Çok hüzünlü. Gidip de gelmeyen bir sevgiliyi anlatıyor. Ama bizim topraklarda hüzün neşeyle aşılır. “Acıyı bal eyleriz.” Şarkının neşeli halini de yadırgamamalı. Neşet Ertaş’ın “Vay Vay Dünya”sının sözlerine bak, bir de çalınışına bak!
Ne güzel bir saptama! Son olarak yeni projelerinizi sorsam?
20 Mayıs 2012’de, saat 20.00’de, “Selva Erdener&Turkuvaz Quartet” olarak Devlet Resim Heykel Müzesi Operet Sahnesi’nde konser vereceğiz. Bir aksilik olmazsa haziran sonu da yeni albüm için kayda gireceğiz. Yurtdışında Türkiye’den bir soprano olarak en büyük hedeflerimden biri şarkılarımızı oralarda da dinletmek, müziğimizi tanıtmak...
Fotoğraf: Onur ÖZMEN
19 Mart 2012 Pazartesi
SESLİ DEFTER: Murat Ulus: 2 gün caz, Ankara’ya az!
SESLİ DEFTER Sevgican YAĞCI AKSEL sevgicanyagci@gmail.com Murat Ulus Ankara’da müziğin tarihini yazanlardan. Cazcı, basçı. Çok da güzel şarkı söylediğinden lakabı Ankaralı Frank Sinatra! Kendisiyle Ankara’da cazın altın yıllarını, caz müzisyeni olmanın giderek zorlaşan koşullarını konuştuk: * 1960’larda Deneme Lisesi’nde öğrenciyken müziğe merak salmışsınız, nasıl başladınız gitar çalmaya? O yıllarda Animals, Rolling Stones, Shadows, Paul Anka derken 1964’te bir İspanyol gitar aldım kendime. Mahallede duvarın üzerine oturup kızları tavlamak için yalan yanlış akorlar basarak çalmaya başladık. O zaman yalnızca radyo vardı, hemen her şeyi Müzik Pınarı’ndan öğrenirdik. Derken 45’likler, uzunçalarlar çıktı, filmler geldi. Shadows’u, Elvis Presley’i izlemeye başladık. Enstrüman filan yok, elektrikli amfi çok az, İspanyol gitara manyetik takardık. Lambalı AGA radyosunun arkasındaki fono çıkışa kablo bağlayıp gitar sesi çıkarmaya çalışırdık. * Teknik olanakların azlığı, bu işlere verilen emeğe daha ayrı bir değer katmış sanki... Övünmüyorum o halimizle ama evet çok emek verirdik. O yüzden değerini de biliyorduk. 1969 senesinde Hurşit Yenigün’le birlikte Aristokrat 4 Orkestrası’nı kurduğumuz yılları hatırlıyorum. Beatles’a bakardık, ne giymişlerse aynısını diktirirdik. Amerikan Pazarı’nda Avni ağabeyimizle özel çizme yaptırdık yıllarca. Yeni çıkan parçaları hemen çalmak isterdik. Örneğin “Sevgili Öğretmenim” filminde, Lulu’nun söylediği “To Sir, With Love”ı sinemada teybe kaydedip notalarını çıkarıp çaldığımızda dinleyenler hüngür hüngür ağlamıştı. Yokluklar içinde çok değerliydi sahip olduklarımız ve verdiğimiz emek. * Kontrbasa ve caza geçişiniz nasıl oldu? Yıllarca basgitar çaldım. Kontrbası son 25 yıldır çalıyorum. Cazla tanışmam 1970-1971 yılında Metin Gürel orkestrasında oldu. O caz için bir ekoldür. Tuna Ötenel’in de hocasıdır. Birçok ünlü cazcı onun okulunda yetişmiştir. 1975’ten sonra Emin Fındıkoğlu orkestrasıyla Norveç’e gittim. Çok iyi bir orkestraydı. Rahmetli Nükhet Aruca, Neşet Ruacan, Fatih Erkoç, Cankut Özgül’le beraber çalıştık, sonrasında Turan Eteke orkestrasıyla piyanist Aşkın Arsunan, şarkıcı Tayfun’la birlikte İsveç’te çaldık. * Ankara’nın caz ortamı nasıldı bu dönemlerde? O dönem Ankara’ya cazı tanıtan Erol Pekcan’dır. Çok iyi müzisyenlerle eski Ankara Oteli’nde 10-15 yıl çalıştılar. Orhan Sezener de Hava Kuvvetleri Bando grubuyla bir caz orkestrası kurup birçok konser verdi. * O yıllarda cazdan para da kazanılıyormuş demek! Elbette! 1976’da Murat 124’ümü 30 bin TL’ye ayda 2.140 TL taksitle almıştım. Bir depo benzin 20 TL’ydi. İsveç’ten döndüğümde gecede iki işte çalıp 340 TL alıyordum. Haftanın hemen her günü iş yapardık. Ama 1980 darbesi, her şey gibi müziği de vurdu, uzak durduğum malum müzik türleri doğdu. 1986’dan sonra Tuna Ötenel’le çalışmaya başladım. Cazla ilgili bildiklerim Tuna’dan edindiğim kazanımlardır. O sırada davulu Tamer Sağlam çalıyordu. Vefatından sonra İsviçre’den Melih Çetiner geldi, sonra Sibel Köse eklendi. Sibel ODTÜ’de öğrenciydi. Mimarlar Derneği’nde haftada 4 gün filan çalıyorduk. Ankara’nın ilk caz kulübü açıldığı zaman İsveç’ten tromboncu Elvan Aracı’yı getirmiştik uçakla. Demek ki iyi para kazanıyormuşuz. 1990’lı yıllarda hâlâ İstanbullu müzisyenler Ankara’da çalabiliyordu. * Şu anda durum nasıl? Her anlamda cazın en kötü yılları 2000’li yıllar bence. Şu anda özveriyle dışarıdan müzisyen çağıran tek mekân Samm’s Otel Bistro. Her cuma başka bir solistle çalıyoruz. Perşembe geceleri de Ruhi Bey’de piyanoda Janusz Szprot, davulda Cem Aksel, kontrbasta ben ve vokalde Meltem Ege sahne alıyoruz. Gördüğünüz gibi koca Ankara’da sadece 2 gece caz çalınıyor. * Bu gerilemenin nedeni nedir? Bu bir kültür politikasının sonucu. Toplumda ne görülmek isteniyorsa ona destek verilir. Şimdiki Altınpark’ın yerinde 1960’larda golf kulübü vardı. Dünyayı takip eden bir nesil vardı. Müzik zevkleri, yaşam zevkleri de ona göreydi. Artık başkentte de yalnızca yeni kültürün yoz müzikleri dinleniyor. TRT’de caz yayınları kaldırılıyor “Ülkede caz dinlenmiyor” diye. El insaf! * Yayınlamadıkları bir müziğin dinlenmediğini saptamaları ilginç. Bu gidişin değişmesi için kimler elini taşın altına koymalı? Devletin caz eğitimine desteği gerekli. Müthiş gençler yetişiyor onlara burs sağlanabilir. Festivaller deseniz yerli müzisyenlere “Sponsorunuz var mı?” diye soruyorlar. Belediyelerden caz müziğine de sahip çıkmalarını rica ediyoruz. |
14 Mart 2012 Çarşamba
SESLİ DEFTER -Yahya DAİ / Cumhuriyet Ankara Söyleşileri-Sevgi Can Yağcı Aksel
8 Mart 2012 Perşembe
SESLİ DEFTER -Ece Göksu / Cumhuriyet Ankara Söyleşileri-Sevgi Can Yağcı Aksel
Ece Göksu’nun Dünyasından Masalsı Şarkılar...
Ece Göksu, Ankaralı bir caz şarkıcısı. Çocukluğu operanın kulisinde geçmiş. 5 yaşında piyano çalmaya başlayan, 7-8 yaşlarında koroyla ilk kez sahneye çıkan Göksu, büyüyünce Karmen olmayı düşlermiş. Bu düşünden uzun süre vazgeçmemiş...Türkiye’de ve yurtdışındaki konserleriyle övgü toplayan sanatçının ilk albümü Masal Mart ayında dinleyiciyle buluşacak. Ece Göksu ile Ankara’dan İstanbul’a, klasik müzikten caza, Bach’tan Bill Evans’a evrilen müzik serüvenini ve bu serüvende aradığı masal diyarları konuştuk.
Opera sanatçısı bir ailenin çocuğu olmak, müzikle belki de yazgısal bir biçimde küçük yaşta tanışmanıza neden olmuş. Nasıl bir çocukluktu?
Operacılarla iç içe, aryalarla, şarkılarla dolu bir çocukluktu. Evde sopranolar, tenorlar, baslar... Sürekli şarkılar söylenirdi. O güzel müzikler eşliğinde dalıp gittiğim uykular en güzel uykulardı.
Büyüyünce onlardan biri olmak ister miydiniz?
İstemez miyim? Tek hayalim Karmen olmaktı. 7-8 yaşlarında Çocuk Korosunda söylemeye başladım. İlk sahneye çıktığım opera Tosca’ydı sanırım. Babam da oynuyordu ve sahneye adım atmak, onunla aynı anda sahnede olmak büyük bir heyecandı.
Müzik kariyeriniz piyano ile sürmüş ama?
Evet, 11 yaşında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı Piyano Bölümüne girdim. Üniversite üçe kadar okudum sonra Mimar Sinan Üniversitesine geçerek mezun oldum.
Caz söylemeye ne zaman başladınız?
Üniversite birinci sınıfta bir arkadaşım beni kurdukları caz grubuna davet etti. Ankara’da SSK işhanında bir mekânda evde duyduğum Frank Sinetralar, Ella Fitzgeraldlar’dan oluşan bir repartuarla bir barda söylemeye başladım.
Bir röportajınızda caz repertuarınızın oluşmasında, konservatuarda solfej Hocanız olan İlhan Baran’ın da payı olduğunu söylemişsiniz, klasik müzik derslerinde cazın da olması, çok anlamlı.
İlhan Hoca, özellikle klasik müzik ve caz üzerine tartıştığımız gerçek bir entelektüeldir. Ortaokulda her dersin sonunda bir saate yakın bize caz standardları öğretir ve söyletirdi. Birçok şarkıyı derslerinde öğrendim.
O sırada cazla birlikte piyano resitalleri, konserler de sürüyor tabii, neleri çalmayı severdiniz?
Bach benim için çok önemli her zaman çalmaktan büyük zevk aldığım bestecilerden biri oldu. Mozart ve Chopin çalmayı da severim.
Bach, klasik müzikle caz arasında kurduğunuz köprülerden biri sanki. Ankara’dan İstanbul’a geçmek de öyle görünüyor. Rota klasikten caza dönmüş diyebilir miyiz?
Evet doğru. İstanbul’da gidişle kararım netleşti. Ankara'da yaşamaya devam etseydim belki de caz şarkıcısı olmazdım. Mezun olduktan sonra caz vokal okumak için Amerika’ya gitmek istedim, Fullbright’a başvurdum, kazandım ve kendimi New Jersey’de buldum. Cazı yerinde yaşamak büyük bir şans oldu. Bizim halk müziğimiz gibi, caz da onların yaşamlarının kültürel bir parçası.
Piyano eğitimi ve caz vokal eğitimi nasıl bir sentez oldu?
Piyano çok sesli bir enstrüman olduğu için farklı bir duyma kazandırır. Tek sesli enstrümanlara göre daha armonik bir duyma becerisi diye tanımlayabilirim belki... Kimi zaman şarkı söylerken (özellikle emprovizasyonlarda) enstrümancı gibi düşünebilmek önemlidir. Ayrıca klasik müzik eğitiminin en önemli kazanımlarından biri de disiplin. Hangi müzik türü ile uğraşırsanız uğraşın, disiplinin gerekliliğini küçük yaşta öğrendim. İyi şarkıcı olabilmek için de bence klasik müzikteki gereklilikler çok önemli.
Büyük bir emek ve disiplinden söz ediyorsunuz. Kolayca tüketilen müzikten, o hayatın size sunacağı her türlü kolaylıktan uzak durmayı seçiyorsunuz. Yol arkadaşlarınız kimler? Dinledikleriniz, birlikte sahne almayı sevdikleriniz?
Birlikte en çok şarkı söylemekten zevk aldığım Turk müzisyenler arasinda Can Çankaya, Imer Demirer, Mehmet Ikiz, Bulut Gulen, Cem Aksel ilk aklıma gelenler. En çok dinlediklerim arasında ise (bu soruya cevap vermek çok zor) Bill Evans’ı çok seviyorum armonik çok şeyden söz edebiliriz, melodilerinin orijinalliğine hayranım. Ella Fitzgerald, Carmen McRae, günümüzden Roberta Gambarini, Gerald Clayton, Dianne Reeves, Roy Hargrove.. Daha onlarca sayabilirim...
Birçok projede söylediniz ve şimdi kendi albümünüz de çıkmak üzere. Nasıl bir albüm Masal? Adını şarkılardan mı aldı?
Masal adlı bir şarkı yok albümde. Düşlerimden beslenen masalsı 10 şarkı var diyebiliriz. Benim dünyamdan, hayalgücümü seslendiren şarkılar. Bir Bill Evans standardı Very Early, düzenlemelerini Can’la yaptığımız iki türkü var: Mavilim ve Bugün Ayın Işığı. Can Çankaya'nın 2 bestesi var diğer 5 tanesinin söz ve müzikleri benim. Can Çankaya piyano, Scott Colberg kontrbas, Mehmet İkiz davul çaldı. 4 şarkıda nefesliler de vardı, İmer Demirer trompet, Engin Recepoğulları tenor saksafon ve Bulut Gülen trombon çaldı.
Heyecanla bekliyoruz. Türkiye'de bir yandan da birbiri ardına çıkan albümlerin haberleri geliyor. Bu müziğin gelişimiyle mi ilgili, daha görünür olmasıyla mı?
İkisi de aslında. Ben kendi kulvarım adına konuşayım, özellikle atölye çalışmaları, yarışmalar, müzik okulları, işin popülerliğini artırıyor ve böylece caz şarkıcılarının sayısı da artıyor.
Artsın elbette ama nitelikli bir artış olsun. Türkiye'de müzik sektörünün caza bakışı nasıl peki?
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de caz, sektörün gözdesi değil aynı şekilde fazla albüm satışı da söz konusu değil. Teknoloji müzik endüstrisini yeni çözümler aramaya yöneltiyor. Internet nedeniyle albüm satın almak gereksizleşti. Endüstri yok olmamak için yeni düzenlemelere gitmek durumunda.
Sektörün zorlukları belli. Yine refleksif adımlarla, önce sorunla yüzleşip sonra çözüm arayıyoruz belli ki. Caz festivalleri sizleri yeterince destekliyor mu bari?
Ah çok derin bir konu bu. Festivali düzenleyenlerin müzisyenleri tanımaları, onlarla etkileşim halinde olmaları gerekir. Masa başı işi olmamalı festival düzenlemek. Konserlere gitmeliler. Seçtikleri/seçecekleri sanatçıları iyi tanımalılar. Festivallerin öncelikle müzisyenlerin çıkarlarını desteklemeleri de çok önemli. Türk müzisyenlere, yeni jenerasyona daha çok yer vermeliler.
Siz, Tuna Ötenel, Sibel Köse, Kamil Erdem, Önder Focan, Yahya Dai, Cem Aksel gibi dinlemeyi özlediğimiz birçok Ankaralı cazcı var. Ne yapsak da daha çok dinleyebilsek onları?
Ankaralı cazcılar da Ankaralı dinleyici de özeldir. Temiz bir şehirdir Ankara. İstanbul'un bazı anlamlardaki “kirliliği” burada olmadığından hem bakış açısı hem kulaklar daha temiz kalıyor sanırım. Ankara için gereken şey bir caz kulübü. Kulüp olursa müzisyenler gelir. Büyük, gösterişli bir şeyden söz etmiyorum. Caz kulübünün temel koşulu bence akustik bir piyanodur. Mütevazı bir yer olsun ama bir piyano olsun yeter. Her yerden, başka ülkelerden bile cazcılar seve seve gelecektir.
Sohbetimizin sonunda hedeflerini sorduğumda: “Birçok hedefim var, hayalgücüm sağlamdır, umarım yeterli zamanım da olur” diyor Ece Göksu. Hayallerin ve zamanın değerini genç yaşında kavraması, masallarına katılmayı sabırsızlıkla bekleyen dinleyicileri için de büyük bir şans olsa gerek...
Cumhuriyet Ankara, 18 Şubat Cumartesi (uzun metin)
Fotoğraf: Tuğba Taş
SESLİ DEFTER-Burhan Şeşen/ Cumhuriyet Ankara Söyleşileri-Sevgi Can Yağcı Aksel
BURHAN ŞEŞEN: “ANKARA BİR ŞEHİRDEN ÇOK DAHA FAZLASIDIR BENİM İÇİN”…
Gündoğarken, 30 yıllık müzik serüvenimizin vazgeçilmezlerinden. Burhan ve Gökhan Şeşen kardeşlerle yola devam eden grubun insancıl ve duyarlı şarkıları kuşaktan kuşağa ezberimizde. Duyarlılıkları yalnızca müzikle sınırlı değil. Toplumsal sorunlar karşısında da seslerini sık sık duyuyoruz. Burhan Şeşen’le, Ankara’yı, müziği ve oğlu anısına kurduğu Serhan Şeşen Müzik Felsefe ve Yaşama Saygı Derneği’ni konuştuk.
Söze Ankara’dan başlayınca akla ilk gelen çok sevilen şarkınız “Ankara’dan Abim Geldi” Şarkının ve şehrin sizdeki anlamı nedir?
“Ankaradan Abim Geldi” söz-müziği İlhan Şeşen’e ait en sevdiğim Gündoğarken şarkılarından biridir. Bizden otobiyografik izler taşır. 70’li yıllarda Ankara-Emek Mahallesi, 65.Sokak’tayız. Babam nam-ı diğer Şeşen Kaptan Etimesgut Özel Filo Komutanı ve arada bir anne-babasını, kardeşini ziyarete İstanbul’a gidiyor. Tabii ki o gelecek diye evde bir bayram havası... Dolmalar, pilavlar, börekler hazırlanıyor. Yıllar sonra böyle bir şarkıyla geçmişi hatırlıyor İlhan Şeşen. Benim için Ankara mahalle, komşuluk, ilk aşk, gece saklambaçları, karda oynanan futbol, iğde kokusu, kırkikindi yağmurları, Cumartesi yarı gün eğitim, Kızılay’a giden eski amerikan dolmuşları, Ulus’a giden Skoda dolmuşlar, EGO (Erken Gelen Oturur derdik) ilk şarkıdır. İyi ki çocukluğumu ve ilk gençliğimi burada yaşamışım. Ankara bir şehirden çok daha fazlasıdır benim için.
Bir dönemin fotoğrafını çektiniz adeta. O yıllardan devam edersek, nasıl karar verdiniz hayatı müzikten kazanmaya?
Başlarda müziği para kazanma aracı olarak görmemiştik. Zaten aramızda müzikle ilgili bir üniversite bitiren de yoktur. Şarkı söylemeyi, birbirimize bestelerimizi çalmayı çok severdik. Sofrada Şeşen Kaptan da olursa, abartmıyorum günün ilk ışıklarına kadar çalar söylerdik. Babam bizi çok desteklemiştir.
Şeşen Kaptan’a dinleyicler olarak ileri görüşlülüğü için teşekkür etmeliyiz. Peki siz kimleri dinlerdiniz o yıllarda?
Şimdi sana biraz garip gelecek belki ama Hakkı Bulut, Orhan Gencebay, Gülden Karaböcek falan dinlerdik. Dinlenebilecek bir tek polis radyosu vardı çünkü. Sonrasında mahallemizdeki Beşir Ağabeyimiz müzik yeteneğimizi görünce bize turuncu renkli bir kaset verdi. Onun bir yüzünde Pink Floyd bir yüzünde (henüz Yusuf İslam olmamış) Cat Stevens vardı. O günden sonra hayatımız değişti diyebilirim. Sonraları Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok, Pink Floyd, Leonard Cohen, Cem Karaca, Quenn vazgeçilmezlerimiz oldu.
O kasetin bunca yıl sonra hatırlanıyor olması bile her şeye kolayca erişebildiğimiz bu dijital çağdakinden ne kadar farklı bir duygu durumu değil mi?
Her şey anormal bir şekilde hızlandı. Tükendi ve tüketildi. Yani çağa bir şekilde uymak lazım ama duyguları ve naifliği kaybetmeden.
-Gündoğarken çağa ayak uydururken savrulmadı. Nasıl başardınız?
Zaman zaman savrulduğumuz da oldu ama biz Gökhan’la Gündoğarken’in çok ama çok farkındayız ve de ömrümüz yettiğince şarkılarımızı Gündoğarken potasında eriteceğiz. Gündoğarken ikimizin toplamından büyük bir şey…
Hayatın bir çok alanında üretiyorsunuz. Bir yandan da oğlunuz Serhan’ın her zaman taze kalan acısıyla baş ediyorsunuz. Onun adına Serhan Şeşen Müzik Felsefe ve Yaşama Saygı Derneği’ni kurdunuz. Niçin?
Geçenlerde de söyledim. Serhan’ı her gün hatırlıyorum ve hatırlatmak istiyorum. Ama acım azalsın diye unutmak da istiyorum. Böyle karışık ve de içinden çıkılmaz bir durum. Bizler Serhan’ı Sayın Timur Selçuk’un dediği gibi ”dokunmadan sevmeyi” öğrendik. Derneği kurmamızdaki en büyük amaç Serhan’ın adını sonsuza kadar yaşatmaktı zira o bunu hepimizden fazla hakediyordu.
Derneğimizde dinletiler, çocuklara ve büyüklere yönelik atölye çalışmaları, seminerler yapıyoruz. Gelirlerle başarılı öğrencilere burs veriyoruz. Serhan adına ilköğretim okullarında “müzik derslikleri” açıyoruz. 27 Şubat’ları “Yaşama Saygı Günü” olarak kutluyoruz.. 27 Şubat’ın, 2013 yılından itibaren Yaşama Saygı Günü olarak kutlanması için TBMM’yi ziyaret edeceğiz. Ayrıca Serhan’ın zamansız ölümünde kusurlu bulunan her iki özel hastanenin dört doktoruna savcılığın açtığı davalar da devam ediyor…
Sevgican YAĞCI AKSEL, Cumhuriyet Ankara 28 Şubat 2012
Fotoğraf: İrem SEVGÖR
SESLİ DEFTER-Meltem Ege / Cumhuriyet Ankara Söyleşileri -Sevgi Can Yağcı
MELTEM EGE: “CAZ MÜZİĞİNİN BENİ EN ÇOK ETKİLEYEN TARAFI BİLGİ VE RİSKİN BİR ARADA OLUŞU”…
Meltem Ege’yi Nardis jazz vocal yarışmasında kazandığı birincilikten sonra daha yakından tanıdık. Bu başarısını Finlandiya ve Litvanya’daki Uluslararası birincilikleri izledi. Ardından alanın en önemli burslarından birini kazanarak Berklee’de caz eğitimi gördü. Yurda dönüşte Ankara’ya yerleşen Meltem Ege ile müzik serüvenini konuştuk.
-New York’ta başlayan, Ankara’da devam eden ve her evresinde müzik olan bir yaşam… Orada büyümek, gündelik yaşamın bir parçası olan caz müziğiyle de erkenden tanışma vesilesi olmuş diyebilir miyiz?
New York’ta doğdum ama aslında Teksas’ta büyüdüm. İngilizce’nin ana dilim olması ve Amerikan kültürüyle büyümem şarkı yorumlarken hissedilebilir elbette ama asıl tanışma evde oldu. Babam müzik tutkunudur ve genelde klasik müzik dinlese de -bunun da klasik piyano kariyerime etkisi büyüktür- Linda Ronstadt, Bette Midler, Anita Baker, Nat King Cole da dinlerdi. O albümlerden kulağıma yerleşmiş çok şarkı vardır. Türkiye’de büyümuş olsaydım evdeki müzikler bence yine aynı olurdu.
Küçük yaşlardan beri piyano çaldığınızı biliyoruz, Bilkent Üniversitesi Piyano Bölümü mezunu olduğunuzu da. Cazı dinlemek caz söylemeye nasıl evrildi? Nasıl kapıldınız cazın büyüsüne?
Aslında beni caza iten piyano oldu. Konservatuvar’da okurken birşeylerin yanlış olduğunu ama müzikten başka birşey yapmak istemediğimi biliyordum. Piyano başında topladığim stresi şarkı söyleyerek atardım. Sonra bir gün rock grubumla caz çalmaya çalıştık. İlk notada aşk yaşadık! Mezun olur olmaz piyano çalmayı bıraktım. Caz müziğinin beni en etkileyen yanı bilgi ve riskin bir arada oluşu. Adrenalin bağımlısı gibi kendimi sahneye attığımı çok bilirim. Bilgi öncesinde birikiyor ve sahnede daima risk var. Her konserde, her şarkıda farklı bir nota, farklı bir ritim, farklı bir iletişim, farklı bir cesaret, farklı bir deneyim bulmak için mutlaka risk almanız gerekir.
Şarkıyı söylerken ne yaşıyorsanız, sizi dinleyenlere de yaşatıyorsunuz. Buna defalarca tanık oldum.
Şarkıyı benimseyebilmek çok önemli, seyirci yalan söylediğinizi hemen anlar. Şarkı söylerken binlerce hayat, binlerce hikâye binlerce his yaşama şansım oluyor. Bunları hissedebilmek bana verilmiş bir hediyedir. Şarkı ile bir olunca o zaman dinleyiciler de katılabiliyor hikâyeye. Tecrübe etmek, bize ait bir tecrübe olmasa bile, ruhu çok doyuran ve canlı tutan bir şey. Bunu müzisyenlerle ve seyirciyle beraber yapabildiğimizde zamanı durdurmak mümkün oluyor. Hayattaki en sevdiğim anlardır o anlar.
Uzun yıllar yurtdışındaydınız ve dönüşte Ankara’ya yerleştiniz. Niçin Ankara’yı seçtiniz?
Uzun süre uzak kalınca kendime gelmek için evde olmak istedim. Ailem, vazgeçilmez dostlarım, bu sene 12 yaşına basan köpeğim hepsi Ankara’da. Ankara eski bir dost gibi karşıladı beni. Bir yandan Başkent Üniversitesi Konservatuvarı’nda ders veriyorum, bir yandan geziyorum, çalıyorum, bir yandan da bir sonraki adımım için en güvendiğim yerde güç topluyorum.
İyi cazcılarımızı İstanbul’a kaçırıyoruz. Ankara’da kalmalarını sağlayamıyoruz. Ankara’da cazın gelişmesi için neler gerekiyor?
Ankara’ya gerçek bir caz kulübü gerekiyor. Bu da sanırım kestirmeden kâr etmek isteyen Ankara işletmeci kafasına uyan bir fikir değıl. Ayrıca caz dinlemek isteyip de caz çalan yerlerden haberi olmayan çok insana rastlıyorum. Mekânların haftanın bir gününü caza ayırması iyi reklam yapılmazsa, alışkanlık yaratmaya yetmiyor.
Buradan duyuralım öyleyse. Ankara’da nerelerde dinleyebiliriz sizi?
Ankaralılar beni her Perşembe Janusz Szprot, Murat Ulus ve Cem Aksel ile Budak Sokak’taki Ruhi Bey’de dinleyebilirler. Bunun yanı sıra 12 Mart’ta Ankara Kent Orkestrası ile Gençlik Parkı Tiyatro’sunda muhteşem bir konsere hazırlanıyoruz. Halka açık bir konser ve hepimiz çok heyecanlıyız. 30 Mart’ta ise Janusz Szprot Quartet ile Ankara Samm Bistro’da bir konserimiz olacak.
Cumhuriyet Ankara, 6 Mart 2012